19 Eylül 2011 Pazartesi

TASAVVUFTA RUH VE CESET KAVRAMI

                       Herşeyin aslına rücu etme temayülü fıtri olduğundan beden, topraktan hasıl olan nimetlere mütemayildir. Bu temayül, nihayet onun toprağa kalb olmasıyla sükunet bulur.
                       Ruh ise, ilahi nefhadan vücuda geldiğinden onun meyli de ulvilikleredir. Hayat da her insanda ruh ve beden arasında ebedi bir cidale sahnedir. Ruhun asliyetinden doğan temayüllerle, bedenin asliyetinden doğan temayüller arasındaki mücadelenin neticesi, bir insanın (aşağıların en aşağısı) esfeli safilin ile yücelerin en yücesi(alayı illiyyun) arasındaki istikrar noktasını sağlar. Mükerrem yaratılan insan, diğer mahlukattan farklı olarak, iki ruhtan ibarettir. Biri bütün mahlukatta mevcut olan 'can'dır ki, cesetle beraber son bulur. Diğeri ise ''ona ruhumdan üfürdüm'' ayetinde beyan buyurulan, Cenab-ı Hak'tan gönderilen keyfiyetli ruhtur ki, bu ruhun bir adı da 'ruh-i sultani'dir. Cesedin aslı ise, topraktandır. Tasavvuf, bir yönüyle ruhun mahiyetine vukufiyetle, o ilahi nefhadan vücuda gelen ruh-i sultaninin kıymetini takdir ve hakkına riayet etmek ki, adeta nefiste ölüp, ruhta dirilmektir. ''Ölmeden evvel ölünüz''sırrı ile, fani varlıkta nefsin menfi ve çirkin hallerini iradi olarak yok etme olgunluğuna erişebilmek ve ham insandan, kamil insan hüviyetini kazanabilmektir.Böyle bir kemalat seviyesine ulaşan kulun Halik ile arasındaki gaflet perdesi aralanır ve fani lezzetler hayatiyetini kaybeder. Kul ibadette huzur, muamelatta nezaket ve ahlakta fazilet iklimlerinde yaşar. Ruhu her daim Rabbine yaklaşmanın ebedi hazzını tatmaya başlar. Bu sebepledir ki, Hz.Mevlana(ks) Hakk'a yakınlık lezzetini tatmadan evvelki devresine ''hamdım'', ilahi hazza nail olduğu devreyi ''piştim'', kainattaki esrar tecellileri bir kitap gibi kendisine açılıp ayan olduğu devreyi de ''yandım'' sözleriyle ifade etmiştir. Bu ifadeler aynı zamanda Allah(cc)'a ulaşmak yolundaki gayret tezahürlerinin bir beyanıdır. Allah'a(cc) giden yollar meşhur tabiriyle, mahlukatın nefesleri adedince çoktur. Fakat fakr-u fena tariki bunların en müessiridir. Fakr-u fena, ilahi muhabbet neticesinde benlikten geçmek ve masivaya ait herşeyi gözden ve gönülden çıkarmak demektir. Bu da Hak'da fani olarak, ''ölmeden evvel ölünüz'' sırrının tecellisi ile nefsin hevasını adeta öldürmektir. Bir de ölümü daima göz önünde bulundurmaktır. Tasavvufun temel kaidelerinden başlıcaları şunlardır;
1. Tevbe
2. Zühd
3. Tevekkül
4. Kanaat
5. Zikir
6. Teveccüh
7. Sabır
8. Murakabe
9. Rızk
10. Tefekkür-i mevt
TEVBE; günahlar, cehalet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, ucb, israf, öfke gibi temayüllerden meydana gelir. Bu haller ise Halik ile kul arasında engeldir. Kul gaflet perdesini aralayabilirse, işlediği cürmün ağırlığını vicdanında hisseder. Yüreğinde saklı olan fazilet hisssi uyanır. Ve kalb büyük bir nedamet içinde için için yanarak ılık ılık göz yaşlarıyla Rabbine sığınır. İşte bu yanış ve pişmanlık tevbedir. Rabb'e dönüştür. Dolayısıyla tevbe iradesiz dönüş olan ölüm gelmeden evvel, iradeli olarak Allah'a(cc) dönüşü ifade eder. Tevbe, Allah(cc) ile kul arasındaki manilerin nedametle ortadan kaldırılmasıdır ki, tasavvuf ilk yapılması gereken bir mecburiyet olarak şart koşar. Çünkü, hasılat elde etmek için toprağa tohum atmadan önce menfiliği izale etmek gerekir ki, atılan tohuma toprak müsait hale gelsin. Hz.Mevlana(ks) tevbe hakkında şöyle der; ''Nedamet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle tevbe et. Zira çiçekler güneşli ve ıslak yerlerde açar.'' Velhasıl tevbe, manevi kirlerden arınmadır. 
ZÜHD; Tasavvuf zühde de önem verir. Zira, zühdü yaşamayan ne bir nebi ne de bir veli yoktur. Kemale giden yolda zühd ehli olmakta zaruridir. Zühd dünyanın süs, zevk, mal ve makamından kalben vazgeçebilmektir. Zühdün hakikati, gayr-i iradi ölmeden evvel, iradi olarak bilhassa maldan ve candan kalben vazgeçebilmektir. Dünyaya geliş ve gidiş gibi iki muazzam ve dehşet verici gerçek arasında sıkışan beşeri idrak, dünya ve ukbaya ait kamil bir değer hükmüne ulaşıp, hal ve hareketler buna göre tanzim edilmedikçe, çocukların oyuncakları gibi izafe gölgeler aleminden kurtulup, hakikat yurduna doğru manevi bir yolculuğa çıkamaz. Onun içindirki tasavvuf, zühdü zaruri telakki eder. 
TEVEKKÜL; ölmeden evvel kulun Rabbine sığınması ve teslim olmasıdır. Allah(cc) buyurur, ''Kim Allah'a tevekkül ederse O ona kafidir.'' Talak Suresi(3) Evet; tevekkül, gönlü Allah(cc) ile dolu olan kimsenin yalnız O'na(cc) güvenmesi ve yalnız O'na(cc) sığınmasıdır. Tevekkül, tedbir ve teşebbüsleri bir kenara atmak değildir. Bilakis onlara istinad ettikten sonra, Allah'ın(cc) kudret tecellisine sığınmaktır.
KANAAT; tasavvuf bu konuya da büyük önem verir. Kanaat, ihtiyaç fazlasına hacet görmemektir. Ölümle mecburi bir kanaate girilecektir. Mühim olan ölmeden o kanaatı yakalamaktır ki, mezmum ahlakların en tehlikelilerinden olan hırs ve hasedin yegane tedavisi ancak, kanaatin huzurlu ruhaniyetine bürünmekle mümkündür. Çünkü, kanaatin gönle verdiği hazine ne biter ne tükenir. Dünya zenginliği birgün yok olmaya mahkumdur. Fakat gönül zenginliği ki, kanaatle elde edilir, hiç bitmez. İşte bu hakikati Yüce Peygamberimiz(sav) şöyle beyan eder, ''Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir.''
ZİKİR; tasavvuf zikrullaha da büyük önem verir. Şart-ı lazime olarak değerlendirir. Feyzin tecellisi muhabbetle kaimdir. Muhabbet ise zikrin kalb ve idrakte yer ettiği nispette gerçekleşir. Sevilenin kalb ve idrakte yerleşmesi ise, onun hatırlanması ,yad edilmesi sayesindedir. Yad ediş ne kadar çoksa, muhabbette o derece fazla olacak demektir. Zikrullahın kalb cevherinde mekan bulması ile, müminde kulluk tecellileri kemale doğru yol alır. Ayette, ''Kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmain olur'', buyurulmuştur. 
TEVECCÜH, tasavvufta teveccühün ayrı bir değeri vardır, teveccüh bu kemal yolunun bir rüknüdür, denebilir. Teveccüh, Mevla'dan başkasından gelen her cazip davetten kaçınmaktır. Hakk'a yönelmektir. Salih bir kulun Rabbinden başka hakiki manada ne isteği, ne dostu, ne de maksadı olabilir. Evet, bir Hak yolcusu her daim Rabbine teveccüh halindedir. Derdini O'na(cc) anlatır, talebini O'ndan(cc) ister. Dünyevi, uhrevi, maddi, manevi her nevi tehlike, korku, endişe, musibet ve felaketlerden Rabbine sığınır, O'na(cc) yönelir, O'na(cc) teveccüh eder. İmanına, itikadına, ihlasına gelebilecek her tehlike karşısında daima Rabbine teveccüh içinde bir ruh haletine sahiptir ki, evet hakiki saadet dünya hayatında iken Mevla'ya, O'nun(cc) rızası olan her şeye teveccüh, ram olma , tam teslim olmadır. 
SABIR, tasavvufta sabrın yeri vücutta başın yeri gibidir ki, her müslümanın en çok muhtaç olduğu ve ihtiyacı olduğu herkesce bilinen bir gerçektir ve tasavvufun can damarı mesabesindedir. nefsin, mücahede ile hoşa gitmeyen ve ızdırap veren hadiseler karşısında zahiri ve batıni dengeyi bozmadan sükunete bürünüp, Hakk'a teslim olmasıdır. Ayet-i kerimede, ''Allah'ın(cc) emri gelinceye kadar sabret'', buyurulmuştur. 
MURAKABE, tasavvufa göre murakabe daima Allah'ın(cc) murakabesi altında olunduğunun idrakiyle masiyetten uzaklaşmaktır. Kendi nefsini murakabe etmek, böylece hayatında hakkı, batılı, karı, zararı ne durumda olduğunu tesbite çalışmasıdır. 
RIZA, tasavvufta şart olup, kulun nefsinin rızasından ayrılıp, Mevla'nın rızası muhtevası içinde yaşamasıdır. 
           Cüneyd-i Bağdadi 'tasavvuf nedir?' sorusuna cevaben; tasavvuf Hakk'a uymaktır ve halka uyma kirinden arınmaktır, süfli huylardan arınmak nefsani davalardan uzaklaşmak, ruhi vasıfları kazanmaya gayret etmek, hakiki ilimlere sarılmak, daima en uygun olana göre hareket etmek, herkese nasihatte bulunmaktır. ruhların ezel toplantısında verdikleri ahit üzerine samimiyetle durmaktır. hz resulullaha ve şeriate uymaktır. Sırları saf, kalbi temiz ve içi nurlu olan bu vasıftaki bir kimse Allah'ın(cc) huzurunda ilk safta bulunanlardandır. Bunlar hakiki sofilerdir. Allah(cc) katında bilgileri ve marifetleri sıhhatlidir. Onlar Rablerine güvenir, tevekkül eder, kazasına rıza gösterirler, buyurmuştur.
         Mevlana'dan; Çok alim vardır ki, irfandan nasibi yoktur. İlim hafızı olmuşlardır, ama Allah'ın habibi olamamışlardır.'' 
          Efendimiz(sav) Cenab-ı Hak'tan üç türlü ilim telakki etmiştir. Birincisi, kendisi ile Allah(cc) arasında mahfuzdur. Bu ilim, beşer idrakinin üzerinde olduğundan nasa faş olunmamıştır. Yalnız Allah Resulü'ne(sav) mahsus kalmıştır.
          İkinci ilim, umuma aittir. Bu, insanların idrak ve iktidarları ile kavranabilir bir seviyededir. Bütün insanlık alemi bu bilgileri öğrenip, iman ve amel ile mükelleftir. Bunun bir diğer adı da, şeriattır. 
       Üçüncü ilim, bir kısım zevata mahsustur ki o da tasavvuftur, zühdtür, ihsan duygusuna vasıl olabilmektir. Yani, bu ilim daha çok kalbi hayatla ilgilidir. Bununla birlikte kişinin bu babta istidad ve kabiliyeti kadar mesuldür. Kul kendi selameti için bu istidatını inkişaf ettirmeye mecburdur. Bu da nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesi ile mümkündür. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de ''Şüphesiz nefsini tezkiye eden kurtuldu'' Şems Suresi(9) buyurulmuştur. 
            ''Ey Peygamber! Heva ve hevesini ilah edineni gördün mü? Artık sen onlara vekil değilsin'' Furkan Suresi (43)
           ''Yeryüzünde tapılan tanrılardan Allah'ın(cc) en çok buğzettiği, kişinin heva ve hevesidir, nefsi emmaresidir.''Hz. Muhammed(sav) 
       Ledünni ilim ise, tasavvuf içinde manevi eğitim sonucu ulaşılan Hak vergisi bir ilimdir. Kur'an-ı Kerim'de pekçok yerde bu ilminde olması, hükmün delilidir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder