3 Ekim 2011 Pazartesi

İRŞAD

                                              
EMR-İ BİL MARUF, NEHY-İ ANİL MÜNKER
                  İrşad, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz.Adem'le(as) başlamıştır. Bu yol Hz.Adem'le(as) açılmış, ardından nice peygamberler takip etmiştir. Zira insanlığın nebilere ihtiyacı vardır. Gönderilen her peygamber o günün ve devrin şartlarına göre emr-i bil maruf, nehy-i anil münkerde bulunmuşlardır.
                   Evet; nebiler, resuller kervanı ile devam edip, günümüze kadar uzanan bu kudsi vazifede her müminin, imkanları ölçüsünde yerini alması gerekir. Hassaten günümüzde bu kudsi vazife her mümin ve her ferdin üzerine bir borç kabul edilmelidir. Zira fitne girdapları beşeriyete ait boşluklardan sızarak, evvela fertleri, sonra da bu fertlerin teşkil ettiği toplumları kıskıvrak sarıp, helak uçurumuna yuvarlamaktadır.

İrşad ehli nasıl olmalıdır? Allah(cc) Hz.İsa'ya(as) şöyle buyurur; ''Ey Meryemoğlu(İsa)! Önce kendi nefsine nasihat et,o ibret aldıktan sonra başkalarına nasihat et. Eğer böyle yapmazsan Benden utan.'' Esasında bu hitap sadece Hz.İsa'ya(as) değil, irşad ve tebliğ makamında olan her ferdedir. İster nebi, ister bir başkası, kim olursa olsun irşad ve nasihat ederken önce söylediği, tavsiye ettiği şeyleri kendi nefsinde duyup, yaşamalı ve tatbik etmelidir ki, başkalarına da tesir etsin. Kur'an-ı Kerim bunu çok açık bir şekilde ifade eder; ''Siz insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz, hiç akletmiyor musunuz?'' Bakara Suresi(44)  Kitap size, önce kendinize tavsiye etmekle işe başlamayı önermektedir. O halde bu ayetleri okuyup, durduğunuz halde hala aklınızı başınıza almayacak mısınız? Evet mesajlar insanlara, hususen müminlere ve özellikle irşad ehline bir ikazdır. Söylediğini yapmama, bir aldatma ve münafıklık sıfatıdır. 
Tebliğ insanında bulunması gereken hususiyetlerden bazıları; 
1. Tebliğ insanı yaptığı bu kudsi vazifede hiçbir ücret talep etmemelidir. Bu ücret ister maddi, ister manevi ve ruhi olsun mutlak surette ihlas ve samimiyete gölge düşürür. İhlas ve samimiyete gölge düştüğü zaman da o işin tesiri azalır. Bu hususu Kur'an şu fermanıyla beyan eder, ''Ben sizden bir ücret beklemiyorum, benim ücretim Alemlerin Rabbi Allah'a aittir.'' Şuara Suresi(109) İşte her peygamber bu ilahi fermanla kavimlerine beyanda bulunup, bu ayetin mucibince amil olmuşlardır. Her peygamber, başta Resul-i Zişan olmakla beraber bin-bir çile ve ızdıraba katlanarak vazifelerini ifa etmişler, karşılığında bir ücret, menfaat beklentisi şöyle dursun, cenneti ve uhrevi bir mükafatı dahi talep etmemişlerdir. Bir görev olarak telakki edip, tek arzuları vazifelerini hakkıyla ifa edebilme olmuştur. 'Talebim Senin rızan ve hoşnutluğundur' çizgisinden hiç ayrılmamış, bunu mihrap olarak görmüş, duymuş, duygulanmışlardır. Yine ''Kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun,'' Yasin Suresi(21)  diye buyuruluyor. Kur'an bu hadiseyi naklederken, tebliğcide olması gereken iki şartı iki vazifeyi nazara verir. Bunlardan birincisi tebliğcinin kendisinin hidayette olması, ikincisi ise yaptığı tebliğ mukabili kimseden birşey istememesidir. 
2. Tebliğ insanı ibadet ve taatlarında da çok titiz ve dikkatli olmalıdır. Namazsız bir insan mürşid ve mübelliğ olamaz. Zira, ibadetlerini kusursuz yerine getirmeyen bir adamın dedikleri dinlenmez ve tesir etmez. Kursağında riba, rüşvet, haram kazanç gibi şeyler olan insandan asla mürşit ve tebliğci olamaz. Dünyevi hayatında israf ve konfor içinde bulunanlar, ahiretleri adına kendileri irşada muhtaçtırlar. Böyleleri nasıl tebliğci olabilir ki? Doğruyu bulamamış olanın, başkalarına doğruyu buldurması katiyyen mümkün değildir. Kur'an muttakilere bir hidayet kaynağıdır. Hayatı Kur'an'ın belirlediği çerçeveye girmeyen bir insan, asla doğruyu, istikameti bulamadığı gibi başkalarına da yardım edemez, aksine zarar verir. Tebliğ adamı doğruyu gösteren sabit bir tabela gibi,veyahut hedefi gösteren bir pusula gibidir ki, onun hayat ve yaşayışını gören herkes rahatlıkla onun simasında doğrunun ve doğruluğun şekillenmiş halini görür ve bulur, daha doğrusu görmeli ve bulmalıdır. Şeffaf bir cisim gibi içi dışından, dışı içinden görülmeli yani özü, sözü, fiili aynı istikamette olup, hali, kali, fiili Hakk'a tercüman olmalıdır. Kalb, gönül aleminde inanıp tasdik ettiği hak ve hakikatleri kalen söylerken, fiilende ispat etmelidir ki, dinleyenler tarafından kabul görsün, etkili olsun. 
3. İrşad adamının çile ve ızdırapla iç içe olması ilahi bir takdirdir. Bunun en bariz örneğini peygamberlerde görüyoruz. Evet, onların kavimlerinden çekmedikleri çile kalmamıştır. Demek ki, tebliğ insanı bu kudsi vazifeyi üstlenirken, kendisini çile ve sıkıntılara da hazırlamalıdır. Tebliğ ve irşad insanı her türlü zorluğa göğüs gereceğini ve germesi gerektiğini kendisine sık sık telkin etmelidir. O çok iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, daha önceki insanların davet esnasında başlarına gelen bela ve musibetler kendi başına da gelmedikçe, muvaffak olamayacaktır. Yani o, hep zorluk ve çilelere katlanmaya kendini hazırlamalı ve bir zorlukla karşılaştığı vakit korkup kaçmadan, acz ve hayal kırıklığına uğramadan, güveni sarsılmadan daha bir azimle, gayretle, ümitle, sabırla, metanetle yoluna ram olmalı ve bilmelidir ki, her gündüzün arkasında bir gece olduğu gibi, her gecenin arkasında da bir gündüz vardır. Rabbinin inayetine tam bir güvenle, içinde bulunduğu imkanlar ölçüsünde görevine devam etmelidir. Kolaylıklarla karşılaştığı zaman  da Rabbine şükredip, fırsatı iyi değerlendirmeye say etmeli, süratle yoluna devam etmelidir. 
          Mümin, hasseten tebliğci, samimi insandır. Dediğini yaşama veya sadece yaşadıklarını söyleme de bir samimiyet ifadesi olup, kendisini dinleyenlere güven verir ki, aksi bir durumu Kur'an yalancı ve münafık sıfatı olarak ele alır. Bu hususta Efendimiz(sav) şöyle buyurur; ''Ümmetim hakkında en çok korktuğum ağzı güzel laf yapan münafıklardır.'' Bu nurlu, onurlu beyanı duyan kalbin titrememesi düşünülemez. Çünkü bu hadiste, söylediğini yaşamayanlara işaret ediliyor. 
4. Tebliğ adamında murakabe ve muhasebe duygusu olmalı ki, bu, tebliğ ve irşad adamını her zaman kamçılayan bir esastır. Tebliğci daima kendi içini kontrol etmeli,duygu ve tasavvurlarını denetlemeli, anlattıklarının önce nefsinde kabul görüp, yerleşmesine ve temekkün etmesine gayret etmelidir. Mürşid muhasebesini yapmadığı meseleleri halka anlatmaktan ve tavsiye etmekten sakınmalıdır. Bu sakınma tebliğe mani teşkil etmez. Aksine insanda tebliğ ve irşad hissini kamçılar, geliştirir. Nifaka düşme ve münafığa benzeme korkusu, onu sürekli ihlas ve samimiyete doğru yaklaştırır. İrşad adamı ne kadar ihlaslı ve bu kudsi vazifede samimi ise, söz ve davranışları o kadar müessir olur. İhlas, samimiyet olmazsa, anlatmadaki debdebe ve ihtişam hiçbir netice vermez.
5. Şurası da katiyen bilinmelidir ki, en küçük teferruatına kadar yaşanmış ve hayata mal olmuş İslam'ı anlama ve yaşama tarzı sahabe hassasiyeti içinde ele alınmadıkça, tebliğ vazifesi hakkıyla yerine getirilmiş sayılamaz. Sahabe-i kiramdan Hz.Ömer(ra) sinesinden yediği hançerle, koma halinde uzanmış kan revan içinde. O'na hizmet eden sahabi, 'Ya Ömer! Birşey yiyip, içmez misin?'' diyor. Hz.Ömer(ra) ancak gözüyle işaret ederek, 'hayır' diyor. Ağzını açacak dermanı yok. ''Ömer namaz vaktidir'', diye fısıldanınca, o komadaki insan hemen doğruluyor ve namazım diyor. Evet, O(ra) namazda hançerlenmiş ve namaz diye ruhunu teslim etmişti. Velhasıl, bu ulvi konu  kuvvetli iman, kalb saffeti, ihlas, samimiyet, arı duru bir mümin olmayı gerektiriyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder