10 Ekim 2011 Pazartesi

SEYR-İ SÜLUK VE NEFSİN MAKAMLARI



            Süluk kelimesi birçok anlamlar ifade etmekle beraber, tasavvufi anlamda seyr-i süluk bir yola girme, bir kimseyi veya bir yönü takip etmedir. Bir düşünce ve bir sisteme bağlanma anlamındaki süluk sözcüğünden mürekkep olan seyr-i süluk ifadesi, belli bir usul dairesinde hayvani ve cismani arzulardan uzaklaşıp, kalb ve ruhun hayat çizgisinde gönül ayağı ile Allah'a(cc) yürümenin ve O'na(cc) vasıl olma yollarını araştırmanın ve böyle bir vuslata erebilmek için mesavi-i ahlakta diyebileceğimiz fena huylardan uzaklaşmanın ve Kur'ani ahlakla ittisaf etmenin ünvanı olarak değerlendirilmesidir. 

            Diğer bir açıdan bakıldığında süluk, vuslata istidat kazanma, sürekli yolculuk mülahazasıyla yaşamak, fena huylara karşı her zaman ciddi bir tavır içinde bulunmak, yaşaya yaşaya ahlak-ı haseneyi tabiatının derinliği haline getirmek, Hakkın kenzen bildiği kalb evini onun teveccühlerini konuk etmek için ağyar duygu ve düşüncelerden temizlemek ve iç aleminde her an azizlerden aziz bir misafiri ağırlamaya hazır bulunmak demektir.İbrahim Hakkı Hazretleri  şöyle der;
Dil beyt-i Hüdadır anı pak eyle sivadan
Kasrına nüzul eyleye rahman gecelerde
            Bazen seyr-i süluk ruhani de demişlerdir. Bunların hepsiyle anlatılmak istenen şey, Hakka vasıl olmak için O'ndan(cc) gayrı herşeyden (tabi bu şeylerden kendi nefsine ve bizim heveslerimize bakan yönleriyle yüz çevirerek) sadece ve sadece O'na(cc) yönelmek, yolunu sarpa uğratmayacak Kur'an ve sünnet mümessili zahidlerin vesayetinde bulunmak, acz, fakr ve ihtiyaçlarının şuurunda olarak her halinde O'na(cc) muhtaç olduğunun idrakiyle yaşamak, aşk-u şevk hisleriyle, ilahi tecellilerin müşahadesiyle,  istiğfarla (yani şer meyalanlarının köklerini kurutmakla) ve dua ile Hakka rücudur. İhlas ve ihsan, şer'i manalarıyla seyr-i sülukun en önemli ayağı ve kuvvet kaynağıdır. Salikin gönlü ihlas hissi ve ihsan şuuru ile atarken, bazen sadece 'la ilahe illallah' der. Esma-i hüsnalardan birini veya birkaçını ispat makamında  mülahazaya alır ve 'La Halika, La Razıka, La Musavvira, İllallah' der. Bazen de tafsile açılarak her ismi ayrı bir mihrab-ı teveccüh kabul etmek suretiyle, Hz.Vahib'ül Hayat'ın güzel isimleri adedince kalbinden menfezler açar ve ihsan şuurunun araladığı kapı arkasını temaşaya yönelir. Yönelir de bazen eşyada tecelli eden renk, tat, koku, ahenk ve hikmetlerin çehresinde, bazen de kalbin vüsatine göre ''Yüzler vardır o gün pırıl pırıl, Rablerine bakakalmış'' Kıyamet Suresi(22-23)  ayetinin ufkunda seyahatler üzerine seyahatler tertip ederek, vuslat iştiyakıyla yanar, tutuşur ve hissin, aklın, fikrin aciz kaldığı sırlı ve derin bir müşahede arzusuyla iman rampasına dayanarak irfan semalarına yükselmeye çalışır, muhabbetini aşka çevirir, aşkını şevkle besler ve derken melekler burcuna yükselir, ruhanilerle buluşur, erilmezlere erer, görülmezleri görür. Aradığının şekil ve suretlerden münezzeh olduğu mülahazasıyla gözüne ilişen ve hatırına dalaşan her sureti şeytani birer resim sayar. Bunlara asla takılıp kalmaz. O hiçbir zaman aczini, fakrını unutmaz. Her ne kadar o Rabbini çok içten, deruni şevkle anarsa ansın, ''ma zekerneke Hakka zikrike ya mezkur'' sözleriyle aczini itiraf eder. Dinin emirlerine saygıyı, Allah'a(cc) yaklaşmanın en birinci vesilesi sayar. Takvayı da en bereketli bir yol azığı. Bu çerçevede bir taraftan nefsini terbiyeye tabi tutarken, diğer bir yandan da ruhunu tasfiyede asla kusur etmez. Terbiyeyi tasfiyeyi de din kurallarına bağlılık içinde gerçekleştirmeye çalışır ve yol selametini dini esaslara bağlılıkta görür. Allah(cc) indindeki kadr-u kıymetinide takva derinliğinde bilir. Ona göre Allah'ı(cc) ve rızasını ancak müttakiler bulur. Müttakinin makamı cennet, içtiği de kafur olur. Nefis terbiyesi bütün dini sistemlerde çok önemli bir esas kabul edilegelmiştir. Buradaki nefisten maksat, nefs-i natıka veya nefs-i insanidir ki, Kur'an'ın bir kısım işaretlerine dayandırılarak yedi ayrı mertebede ele alınmıştır. Eğer nefs-i natıka sadece hayvani ve cismani arzularını yaşıyorsa, buna nefs-i emmare veya nefs-i hayvani denir. Eğer dini takva yolunda yürümekle beraber, sık sık düşüp kalkıyor ve her defasında kendini sorgulayarak Rabbine yöneliyorsa buna da nefs-i levvame denir. Fenalıklara karşı bütün bütün tavır alıyor, hep rabbine müteveccih bulunuyor ve saffeti ölçüsünde ilahi mevhibelere de mazhariyet kazanıyorsa, ona nefs-i mülhime denir. İhlası tam, ubudiyet-i kamile içinde Rabbi ile münasebette vicdanı tam oturaklaşmış ise, böylesi bir nefsede nefs-i mutmainne denir. Kendi muradından vazgeçip, Hakkın muradının itirazsız mümessili haline gelmiş ise, artık bu da bir nefs-i raziye ve Hak hoşnutluğunu en büyük bir gaye haline getirmiş ve her zaman o istikamette davranıyor ve hedefi gözetiyor, ''ben razı oldum, sende razı ol'' mülahazalarıyla dolup taşıyorsa, bu da bir nefs-i marziyyedir. Bunun ötesinde istidatı el veren ve ilahi sıfatlarla ittisafa açık, peygamberane azim sahibi bir nefse de nefs-i kamile veya nefs-i safiye denegelmiştir. Nefs-i emmare mertebesinde bir mümin, çok defa işlediği günahların ya farkında değildir ya da hesapsız yaşamaktadır. Hatta namazında, niyazında, evrad-u ezkarında olsada. Henüz kendi kendini kontrol edemediğinden ve iç murakabe düşüncesi gelişmediğinden, ne tam taatin şuurunda ne de masiyetin idrakindedir. Böyle birinin her zaman elinden tutulmaya havf ve reca dengesinin uyarılmaya, marifet, muhabbet ve hakikatler açısından derinleştirilmeye ihtiyacı vardır. Salikin bu ilk mertebede nasihat dinlemesi, kusurlarını hafızasına nakşedip sık sık kendini sorgulaması, ibadet ve taatta kararlı davranıp günahlara karşı dişini sıkarak dayanması, cihad-ı ekberin mebdeidir. Böyle bir yolcu salik mücahedesini devam ettirdiği  ölçüde, duygu ve düşüncelerinde bazı farklılaşmalar hissedilmeye başlar. Bunların başında da, yaptığı en güzel amelleri dahi yeterli bulmama ve olumsuz davranışlarının en küçüğünü bile ciddi ciddi sorgulama hususları gelir ki, işte bu mertebe nefs-i levvamedir. Böylece salik, emmareden levvameye intikal etmiştir. 
             Nefs-i levvamedeki salik limandan açılmış, rıhtımdan fırlamış O'na(cc) doğru yol almaya başlamış. Bu yol alış, yürüyüş, kalbidir. Tamamen salike ait bir keyfiyettir. Ama yinede yer yer sapmalar yaşar, kaymalara maruz kalır. Bazen hatalar gelir, güzelliklerin çehresini karartır ve güzellikleri çirkinler takip eder, sık sık sürçer ve düşer, ama her defasında nedametle toplanır. İstiğfarla hem günahlarından arınır, hem de şer temayüllerinin kökünü kesmeye çalışır ve ümitle yoluna devam eder. Sadece bunları yapmakla kalmaz sürekli nefsini kınar, vicdan azabıyla kıvranır. Zaman gelir ve istiğfarlarla , gözyaşlarıyla münacatlarla inler durur. Nefs-i levvame erbabı berzah yolcusu sayılır. İstikameti kollamaya çalışır. Dilleri 'la ilahe illallah' der ve 'la maksude illallah' mülahazasıyla ona teveccüh ve iştiyakını ortaya koyar. Nefs-i levvame yolcusunun gözünde küçük hatalar zamanla, büyük günahlar gibi görünmeye, en küçük sürçmeler büyük masiyetler gibi hissedilmeye başlar ki, o andan itibaren salikin nazarında akla kara, iyi ile kötü daha bir belirginleşir ve kendi renkleri, durumları ile birbirinden tam ayrılır ve o günahların çirkin yüzünü tahayyül ettikçe hep tiksinti duyar. Sevapları düşündükçe de onlara gönlünce ulaşamamanın hacalatıyla kıvranır ama ümitli, azimli, kararlıdır. İşte böyle bir nefse Allah(cc) ''biz yolumuzda gayret gösterip, mücahede edenleri bize ulaştıran yollara hidayet ederiz. Şüphesiz Allah ehl-i ihsanla beraberdir'' fetvasınca marziyatına ulaştıracak esasları ilham ederki, mebdeden uzaklığı itibarıyle bu açıdaki bir nefiste nefs-i mülhime payesiyle şereflenmiş sayılır. 
            Nefs-i mülhime mertebesinde bir Hak yolcusu bütün etvar ve ahvaliyle Hu der, O'na(cc) yönelir. Herşeyde, heryerde  bir sanat eseri  temaşa eder ve her seyrettiği yeni bir hisle şahlanır, dili 'la ilahe illallah' der. Sürekli Hu zamirinin ıtlakındaki derinlikle nefes alır, verir. Ve her nefes alıp, verişinde adeta kalbinde bir kor, bir kıvılcım gibi uyuyan aşk-u şevk körüklenmeye başlar ve artık dünyevi matlupları, zatları itibarıyla talepten vazgeçtiği gibi ,ukbayıda Hz.Zat'a bakmayan yönleriyle ikinci derece mülahaza alır. Düşüncelerinde, tahayyüllerinde sürekli O'nun(cc) hoşnutluğuna, O'nun(cc) konukluğuna koşar. Sözlerini O'nun(cc) iştiyakıyla süsler ve O'ndan(cc) gelen varidatlarla dolar ve her doluşuyla ruhunda petekleştirdiği ballar balını müştak gönüllere sunmaya koşar ve Hak'tan alır, halka dağıtır. Bu noktaya eren bir salik, az yer, az içer, az uyur. Hep hayret içinde bulunur ve dünya işleri ile esbab dairesi içinde bulunduğundan  meşgul olur. Zahir, batın sorumluluklarını yerine getiren ve Hakkın lütuflarına karşı şükrünü eda eden bir salik, bazen tecelli-i esma bazen de tecelli-i ef'al ile nefes alır, verir. Nefs-i mülhimenin nihayeti aynı zamanda ilmel yakinin zirvesi, aynel yakinin de matlaı sayılır. Salik bu mertebenin zirvesine erdiği andan itibaren ''De ki hepsi Allah'tan'' Nisa Suresi(78) mazmununu telaffuz etmeye başlar. Ve derken itminan esintilerini kalbinde hisseder, dinin emredip Allah'ın da sevdiği herşeyi tabiatının bir buudu gibi zevketmeye başlar ki, böyle bir mazhariyeti de ancak nefsinde itminana erenler hissedebilirler. Bunu duyan nefis bir nefs-i mutmainne ve bu makam da nefs-i mutmainne makamıdır. Salikin dördüncü makamı olan nefs-i mutmainneye yükselen bir mürid, adaba uygun olarak güzelce mürşidine rabıta yapar. Sonra aynı adaba uygun Habibullah Efendimiz'e(sav) rabıta yapar ilahi huzur kalbi ve bedeni sardı ise rabıta bırakılır ve salik o anda huzur-u indallaha geçerek Allah(cc) ile beraber olur ve bu hali, hususen dersini yaparken korumaya çalışmalıdır. Ve salik Allah(cc) ile beraberlik halini her an sürdürmeye gayret etmelidir. Cenab-ı Hakkın kendisine çok yakın olduğunu hatırdan çıkarmamalı ve şu ayeti kerimenin murakabesine devam etmelidir; 'Biz ona şah damarından daha yakınız' Kaf Suresi(16). Bu ayet-i kerimenin murakabesini derslerinde, evinde, yolda , işleriyle iştigalde velhasıl her ne durumda olursa olsun kendine hal edinmelidir. Salih, ihsan üzerine olup, Efendimiz'in(sav) şu hadis-i şerifine göre hareket etmelidir; ''ihsan Allah-u Tealayı görüyormuş gibi ibadet etmektir. Sen O'nu görmesen dahi, O seni daima görür.'' Salik namazını ve diğer ibadetlerinide bu şuurla yapmaya çalışmalıdır ve o sürekli kendi kendine 'ben ne yapsam, hatta ne düşünsem, O görür, bilir, O alimdir, ilmi herşeyi kuşatmıştır, O Basir'dir,Semi'dir, Rakib'tir, Habir'dir, Şehit'tir, Latif'tir, gizli aşikar herşeyden haberdardır deyip, bu ve benzeri mülahazalarla Allah'la(cc) beraber olma huzurunu yakalamalıdır ki, bu hal mutmainneye erişen salikin durumudur, denebilir. Böylece bu mülahazalarla içiçe olup, gaflete düşmemeye gayret etmelidir. Bu makamda saliğin en büyük tehlikelerinden biri, gaflete düşmesidir. Böyle bir durum zuhur ederse, yani gaflete düşer, masivaya dalarsa, hemen kendini toparlayıp istiğfar etmelidir. Evet bu makamda olan bir salike asla gaflet, masiva uygun olmaz. Bu durumlar arız olursa, tevbe ve istiğfar gerekir. Bu makama eren bir Hak yolcusunun sinesinde olan herşey, yine onun ziya-ı vücudu ile silinir, gider ve her yanda sadece Hz.Ef'al yani fiiller, Hazreti Esma ve Hz Sıfat nümayan olmaya başlar. Başlar da gözler, gönüller sürekli O'nunla dolar taşar. Böyle bir sermesti içinde her an ayrı bir vuslat beşaretiyle yol alan hakikat eri, biraz da aynel yakin derecesinde, herşeyin O'na ait olduğunu duyması sonucu ballar balını bulup, varlığım yağma olsun, diyerek sırtında ariye bir gömlek gibi gördüğü bütün varlığını infak eder de kendini adeta sıfırlar. Kendine ait hiçbir varlık yoktur onun nazarında . Böyle bir Hak eri kendinden can istendiğini hissetse, hemen kurbanlık koyun gibi boynunu uzatır, ''Hz.İsmail(as) misali ve teslimiyet, edep sembolü Hz.İbrahim(as)''.  Bu makamda rikkat-i kalb en bariz özelliktir. Kalb inceliği, aşkullah, muhabbetullah ve haşyetullah gibi kalbi besleyen, kemale erdiren ana unsurların kuvvet bulması ki, salik her zaman 'ağla gözlerim, hiç durma ağla' deyip, kalbindeki aşk ve haşyet menbaının muslukları olan gözlerinden yaş akıtır. Bu yaşlar kalb rikkatinin nişanlarıdırlar. Bu bahtiyar kul, herkesi, herşeyi sever. Her renkte, her seste, her şivede, her mahlukta O'ndan(cc) tecellilerle selamlaşır. Her defasında ayrı ayrı çok farklı düşüncelere girer. Hepsini, herşeyi, her mahluku Rabbinin eseri diye O'nun namına sever, saygı duyar. Yunusvari 'yaratılanı severim, yaratandan ötürü' der ve ilgi duyar. Hususiyle her biri birer mücella ayna olmaları itibarıyle gönülden alaka duyar. Bu yolda biraz daha kemale doğru terakki eden kul, büsbütün ruhani zevklerden sıyrılarak (lillah, livechillah) sözleriyle ifade edilen çerçeveye koşar ve yine Yunus diliyle 'bana Seni gerek, Seni' der ve inler. Bu esnada bazı istidatlılara sağanak sağanak ikramlar yağmaya başlar ve bu aynı zamanda keşiflerle, kerametlerle imtihana tabi tutulma faslı demektir. Bu makamın, özel bir imtihanı diyebileceğimiz değişik bir imtihan buududur ki, çokları buradan düşebilir ve imtihanı kaybedebilir. Mazallah bu böyle bir ikram-ı ilahi olmakla beraber, bir imtihan vesilesi olan bu durumlarda salik çok temkinli olup, onun gönül dünyasında her gün yeni bir fetih-i mübinin yaşandığı, bazı sırların ayan olduğu, kısmen gözden hicabın kalktığı durumlarda o hep Seyyid-i En'am'ın sünnetine koşup, düşünce ve tasavvurlarını sünnet mihengine vurup, beyanlarını dinin usulü mizanlarıyla çerçeveler ve yoluna 'Benim yolum Allah'ın bildirdiği yol, ashabımın yolu da Benim yolum' bu kaideye uygun yoluna devam eder ve ona zahir olan sırlar, keşif, kerametler onu Allah ve Resulü'nün yolundan asla kaydırmaz ve kaymamaya çok dikkat etmelidir. Bu yold,a bu makamda karşılaşılabilecek muhlis, salih, sadık salikin imtihanı, dedik ki ilahi bir armağan olmanın ötesinde, bir istidraç endişesi içinde kıymete haiz değildir. 
1. Sünnetten ayrılma, kayma tehlikesi
2. Kendinde değişik bir kanaldan varlık görme
3. Ucba düşme
4. Takılıp kalıp ilerleyememe gibi pekçok tehlikeleri beraberinde getiren bir imtihan devresi başlar. Evet bu makam seyr-i maallah olması itibarıyle hususi bazı varidatları vardır. Bu durumda salik, kazanma kuşağının zirvelerinde iken kaybetme çukurlarına yuvarlanabilir. Zira zirveler çukurlarla zıt oldukları halde, hep yanyana bulunurlar. İhlas kulesinin tepesinden düşecek birinin düz bir zemine değil de derin bir çukura düşeceği ve böylece felaketin ne denli olacağı unutulmamalıdır. Onun içindir ki seyr-i süluk yolunda ilerledikçe temkine, teyakkuza daha çok ihtiyaç vardır. Ciddi tavırlarla, temkin ve teyakkuzla ilerleyen salik  ufuk sezilipte her yandan kurbet(yakınlık) esintileri duyulmaya başlayınca, Hak yolcusu daha derin murakabelere dalabilmiş ve sık sık kendini sıfırlamış, üzerindeki mevhibelerin gelip geçiciliğini düşünerek mahiyetinin bir mazhar değil,bir ayna olduğunu görmeye çalışmış ve Ya Hu soluklarıyla o varidat ve lütufların kaynağına yönelip, Üveysi bir eda ile, 'ilahi Sen Rabsın ben abd, Sen Maliksin ben memluk, Sen Rezzak ben merzuk, Sen Azizsin ben zelil, Sen Ganisin ben fakir, Sen Haysın ben meyyit demiş'' ve en büyük payenin, kulluk payesi olduğunu hem de derin bir acz, fakr ve ihtiyaç hisleriyle dile getirmiştir. Salikin tatbik edeceği tehlikelerde salim olacağı düstur, 'asla kendinde varlık görmeme' en ciddi olanıdır. Bazı ehl-i hakikate göre seyrü sülukte en son mertebe mutmainne zirvesidir. Bu mertebeden sonra sözü edilen raziye, marziyye, kamile veya safiye makamları itminan mertebesinin değişik buudlarda zuhur ve inkişafından ibarettir. İster makam sayılsın, ister mutmainne mertebesinin bir inkişafı, bu noktadan sonra Ya Hayy ism-i şerifinin bir mazhar-ı tammı ve şeffaf bir aynası sayılan salik-i müntehi, Hak'tan hoşnut olmayı kendi tabi derinliği gibi duyar, hisseder ki bu zirve raziye zirvesidir. Bu ledünni derinliğe eren hakikat erinde beşeriyet sıfatları bütünüyle muzmahil olur, gider ve heryerde onun için yepyeni bir varoluş başlar. İlmel yakinden sonra aynel yakin, aynel yakinden sonra hakkel yakinle gelen bir farklı varoluş ki, böyle bir müntehinin nazarında her zerre bir lisan kesilir ve her haliyle O'nu(cc) zikreder ve o artık 'la maksuda illallah' der. Bu zikrine tüm hücreleri ve batını ruh dünyası iştirak eder. Ve 'la mabuda illallah' hakikati ile nefes alır, verir. Kalbi ve ruhi hayatı adına bu cümleleri oksijen gibi yudumlar. Ve o daima ebedi mihrabına yönelir ve gözyaşları ile sızlar. Muvaffakiyet ve zaferlerini de birer Hak ihsanı olarak görür ve 'değil bu bana layık bu bende , bana lütuf ile ihsan nedemdir,' hep haktan hoşnut ve memnuniyet içinde bulunduğunu ihsas eder. Kimbilir günde kaç defa gelse celalinden cefa, yahut cemalinden vefa ikiside cana safa Senden, hem o hoş hem bu hoş der. Rıza düşüncesini yeniler. İşte böyle bir anlayış ve duygu dünyasına otağını atan bir Hak eri tecelli-i ef'al ötesinde, tecelli-i esma ve sıfata açılarak yürür ki, bunun ötesi de Hak hoşnutluğunun kendisine  has emareleriyle duyup, hislendiği selim vicdanların şehadetiyle bilinen marziyye makamıdır. Bu makam muhakince Hakkal yakin ve ahadiyet mertebesi denir. Ve bundan sonra nefs-i kamile mertebesi teşkil eder ki, dört bir yandan ilahi tecellilerin masivaları kendi rengine boyadığı renklerin, şekillerin, keyfiyetlerin kendi çerçevesinde silinip gittiği ve seyrin seyirbillah ufkunda sürdürüldüğü bu şahika makam ki, kesrette vahdetin ve vahdette kesretin yaşandığı ilahi sırlara açık öyle bir zirveler zirvesidir ki, asalet ve külliyat planında orada sadece enbiyanın sesi, soluğu duyulur. Bu yolun bir başka buudu ile tanıtılan kalbin ve dolayısı ile ruhun mertebeleri ki şöyle sıralanmıştır; ruhun iç yüzü batına sır denir. Sırrın batını ise sır-run sır kabul edilir. Bu sır-run sırunun en önemli buudu hafidir. En engin derinliği de ahfadır. Batından maksad bir nesnenin özüdür, esası ve mayasıdır demektir ve bunlardan en derin, en zor erişileni ahfadır. Ahfa diğer latifeler itibarıyla merkezi tutuyor gibi hususiyet arzetmektedir. Ruh bu latifeleri bir atmosfer gibi kalbe bağlar. Bu latifelerin inkişaf ettirilmesi kalbi ve ruhi hayatın, hayata hayat olmasına bağlıdır. Bu itibarla da henüz cismaniyetten kurtulamamış , latif-i insaniye ufkuna ulaşamamış bahtsızların , belli seviyedeki ruhlara akıp gelen bu mevhibeleri duymaları mümkün değildir. Bunları duyabilmenin, sezebilmenin asgari şartları evvela istidat , sonra o istidatı inkişaf ettirme adına say-u gayret ve daha sonra da usulüne sebatla yolun erkanına göre her vazifeyi göğüslemek , rabıta ,teslimiyet kuvveti ile bu güzelliklerden hisse-i pay olup doyumsuzluk deryalarına dalıp, hep heblin mezid 'daha yok mu?' demek ve manen doyumsuzluğa ulaşıp , hep o ''Ey Sübhan olan Allah'ım! Seni hakkı ile zikredemedim. Ve Sana hakkı ile şükredemedim, Seni hakkı ile bilemedim ve Sana hakkı ile kulluk edemedim'' deyip ve böylece sürekli mahviyet içinde Hakka rücu edip, Hak'la Hak olmaktır. Rabbimiz bizi de bu güzelliklerden hisseyab eylesin, amin. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder