7 Ekim 2011 Cuma

HASED VE HIRS

                 Hased, çok kötü bir vasıf olup, ilk şeytandan zuhur etmiştir. Şeytanın cennetten tard olmasına sebep olan hased,çok tehlikeli bir hastalıktır.
            İnsanoğlu hem hayra, hem de şerre meyyal bir fıtrat ve istidatla yaratılmıştır. Bu alemin bir imtihan alemi olmasına bağlı bulunan ve ilahi tayin ve takdir ile gerçekleşen bu keyfiyet, ademoğlunun hayır-şer, güzellik-çirkinlik arasındaki ebedi meddü cezrinin sebebidir. Bununla birlikte hayır ve güzellikte matlup olan, kemal noktasına ulaşabilenler hemen hemen yüce dağların zirveleri gibi nadirandandırlar. Bu sebepledir ki, Şark'ın büyük dahilerinden Şeyh Şadi Şirazi umumi bir hükümle, ''insan nedir?'' sualini ''birkaç damla kan, binbir endişe'' diye cevaplandırmıştır. Zira dizginlenemeyen ihtiras ve arzular, bertaraf edilemeyen aşırı imrenme, özenme ve kıskançlıklar gibi, menfi temayüllerin doğurduğu huzursuzluktan kurtulabilen azın azı bahtiyarlardır ki, böyle bir umumi hüküm içinde istisna teşkil ederler. Cenabı Hak insanların bir topluluk haline gelmelerini murad etmiş, bunu temin maksadıyla da nimetlerini fertten ferde farklılık arzeden bir surette farklı tevzi buyurmuştur. Böylece insanları birbirine muhtaç kılmıştır. Beşer tarihinin her devrinde görülen ve beşerin imtihanı için gerekli olan bu farklılık, insan fıtratındaki ilahi tayine dayanan ve bu yüzden bertaraf edilmeyen temel bir esastır. Sosyal dayanışma ihtiyacı yaratılıştaki bu farklılığın bir tezahürüdür. Ancak bazı insanlarda bir takım arzu edilmeyen menfilikler doğurabilmektedir ki, bunların başında hırs, kin, hased, vs gelir. Zincirleme devam edip giden bu menfiliklerden hırs, frenlenmediği takdirde hased denilen kalbi hastalığa sebep olur. Kendisini hırs ve hasedin girdabına kaptıranlar, er geç hüsran ve huzursuzluk gayyasına düşerler. İnsanlık cevherine zarar veren bu temayüller aynı zamanda, Rabbin taksim ve takdirine razı olmamaktır ki, böyle bir tutum Yüce Allah'a(cc) karşı bir isyandır. Müthiş bir nefis hastalığıdır. Buna düçar olanlar, kendilerindeki ihtiras ve hasedin ekseriye farkına varmazlar.
            İnsanı tul-i emel girdabında boğan ihtiras ve hased, kulun ahireti unutarak dünya muhabbetine mecnunca bağlanmasına sebep olur. Diğer bir ifade ile nefsin arzularını yenemeyip, maddeye köle olmasıdır. Muhterisin gözü asla doymaz. Bu sebeple o daima bir fakirlik halinde yaşar. Adeta açlık içinde kıvranır. Her tatminkarlık onda bir doyum husule getireceği yerde, yeni bir iştiha ve hırs uyandırır. Hasedin nefisteki tezahürleri çok çeşitlidir. Hased ferdin fıtratındaki selim temayülleri felç eder. Mantığı zaafa uğratır, iman ve tevekkülün tabii tezahürlerini mağlup ve mahkum eder. Bundan dolayıdır ki, Hz.Peygamber(sav) ''hasedin kökü cehennemdedir'', buyurmuşlardır. Hased eden, hased ettiği kimseden nimetin alınıp kendisine verilmesini ister. Bu mümkün olmazsa, 'ne bana, ne ona', der. Hased eden, hased ettiği kimseye kin, hainlik, intikam, hile, ayıplama ve onun gıybetini etme hisleriyle doludur. Eğer hasedin sebebi, o şahsın insanlar tarafından sevilen, saygı, hürmet gören bir kişi olması ise, bu durumda ona hased edenler çoktur. O şahsı insanların gözünden düşürmek için aleyhinde dedikodular yapar ki, zamanla bu hased, hasedciyi yalana  iftiraya kadar sürükler. Velhasıl hased ve hırs pekçok yolla günaha sevkeden bir kalb hastalığıdır. Hayatını takva ölçüleri içinde yaşayan evliyaullah ise, dünya işlerinde imrenmeyi dahi hoş görmemişlerdir. ''Ona verilen banada verilseydi'' gibi vesveseler ilahi taksime karşı bir hoşnutsuzluk ve ilahi takdire razı olmamaktır. İnsan bilmezki, belki hakkında hayırlı olan yaşadığı haldir. Ruh incelip, zarifleştikçe dünyaya ait bütün imrenmeler, meyiller, hased ve ihtiraslar ortadan kalkar. Böylece müminlerin kalbi seviyelerine göre, nimetlerdeki kıymet ölçüleri farklılaşır.
Şeriatta; senin malın senin, benimki ise benimdir.
Tarikatta, tasavvufta; senin malın senin, benimkide senindir.
Hakikatte ise; ne seninki senin, ne benimki benim, hepside Allah'ındır telakkisi gerçekleşir.
              Hz.Mevlana(ks), muhterisin haline hayret ederek şöyle der, ''insana ne oluyorda altının, dünya malının kölesi oluyor. Hak yolunda harcamayanlar nedir, neyi ifade eder? Dünya malının esiri olarak, onun kapısında yılan gibi kıvrılıp yerlerde sürünmek zilleti, insanı göklere eli boş gönderen bir sefalet sebebi değilde nedir?'' Nitekim mala mülke esir olup, manevi sefaletin girdabında boğulan Medine Müslümanlarından Salebe'nin hali pek düşündürücü bir misaldir. Salebe'nin mala mülke aşırı derecede hırsı vardı. Zengin olmak istiyordu. Bunun için Efendimiz'den(sav) dua istedi. Onun bu talebine Efendimiz(sav) şöyle cevap verdi, ''şükrünü eda edeceğin az mal, şükrünü eda edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.'' Bunun üzerine istediğinden vazgeçen Salebe, bir müddet sonra hırsının yeniden depreşmesi üzerine tekrar Efendimiz'e(sav) gelerek, ''Ya Resulallah! Dua etde zengin olayım'' dedi. ''Ben senin için kafi bir örnek değil miyim? Allah'a yemin ederimki, isteseydim şu dağlar altın ve gümüş olarak arkamdan akıp gelirlerdi. fakat ben müstağni kaldım.'' Salebe yine isteğinden vazgeçti. Fakat içindeki ihtiras fırtınası dinmiyordu. Kendi kendine, ''zengin olursam fakir fukaraya yardım ederim, daha çok ecre nail olurum'', şeklinde zanni bir sebebe sarılmış ve nefsinin şiddetli talebine yenilmiş olarak, üçüncü kez Hz.Peygamber'in(sav) yanına gider ve 'Seni hak peygamber olarak gönderene yemin ederimki, eğer Allah beni zengin ederse, fakir ve fukarayı koruyacak, her hak sahibine hakkını vereceğim'', dedi. Bu kadar ısrar üzerine Allah Resulü(sav) ''Ya Rabbi! Salebe'ye istediği dünyalığı ver'', diye dua etti. Çok geçmeden bu dua vesilesiyle Allah(cc) Salebe'ye büyük bir zenginlik ihsan etti. Sürüleri dağı taşı doldurdu. Lakin o ana kadar 'mescid kuşu' diye vasıflanan Salebe, yavaş yavaş cemaati aksatmaya başladı. Gün geldi, sadece cuma namazına gelir oldu. Ancak bir müddet sonra cuma namazlarını da unuttu. Birgün onun durumunu sorup, öğrenen Allah Resulü(sav) ''Salebe'ye yazık oldu'' dedi. Salebe'nin gaflet ve cehaleti bu yaptıklarıyla da kalmadı. Kendisine zekat toplamak için gelen memurlara, 'bu sizin yaptığınız düpedüz haraç toplamaktır' deyip, daha evvel vereceğini vadettiği şöyle dursun, ayetle sabit olan fakir fukaranın asgari hakkını vermekten kaçınacak kadar ileri gitti. Münafıklardan oldu. Bu hal ayeti kerimede şöyle buyurulur; ''Onlardan münafıklardan kimide eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz salihlerden olacağız diye Allah'a söz verdi. Fakat Allah onlara lütfundan (zenginlik) verince, onda cimrilik edip Allah'ın emrinden yüz çevirerek sözlerinden döndüler.'' Tevbe Suresi(75-76) Hz.Peygamber'in(sav) ikazını dinlemeyen Salebe, sefil ve perişan bir şekilde bedbaht olmuş ve hazin bir akıbete düçar olarak, ahiret fukarası olarak göçüp giderken, bin pişmanlık içerisinde kulaklarında Hz.Peygamber'in(sav) şu sözleri çınlıyordu; ''Şükrünü eda edebileceğin az mal, şükrünü eda edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır''. İşte o Yüce Sultan'ın hikmet dolu nasihatını dinlemeyip, dünya hırsına kurban giden Salebe'nin durumu ümmet-i Muhammed'e ibret dolu bir tablodur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder