11 Ekim 2011 Salı

MARİFETULLAH

MARİFETULLAH EHLİ OLMANIN BEŞ YOLU;
1. Sıfat ve esma-i ilahi ile,
2. Resulullah'ı(sav) tanımakla,
3. Kur'an-ı Kerim'i tanımakla,
4. Tefekkürle,
5. Vicdanla, bu da Allah-u alem akıl, nakil ve vicdanın birleşerek müzakeresi ile olur. 
            İnsanın hidayetine mani olan faktörler cehalet, gaflet, kibir, hevaya tabi oluş gibi küfre itici sebeplerdir. Hakka kulak veren ve Hakkı anlatanın kalbinde ucb ve kibir marazı varsa, Hak onun kalbine nüfuz etmez. Örneğin; ekranda arıza varsa, verici ne kadar da arızasız yayın yapsa ekrana yansımaz. Eğer vericide arıza varsa ekran ne kadar arızasız olursa olsun yine görüntü zuhur etmez. Her iki tarafta veya herhangi bir taraftaki arızadan dolayı görüntünün zuhuratı mümkün olmayacağı gibi. Böyle olacağını Kur'an-ı Kerim'de Allah(cc) ayetleri ile haber vermiştir. Cenab-ı Hak herşeyi bir kısım esrara, sebebe bağlamıştır. Sonunda sebep olmayan bir vakıa, hemen hemen yok diyecek kadardır. Ağaçların meyve vermesi, yağmurun yağması, otların bitmesi, bütün tekevvün ve teşekküller bir kısım esbaba bağlıdır. Aynı bunun gibi insanlarında dünya ve ukba adına saadetlerinin ve selametlerinin zuhuratını da Rabbül Alemin sebeplere bağlamıştır. Sebeplere yapışmadan dünya ve ukba nimetleri ve huzuru düşünülemez. Dünya ve ukba saadetinde Hakkın rızasına muvaffak olması için birçok sebepler varetmiştir. İnsanların el uzatacakları, itimat edecekleri bu sebepler neticenin gelmesine sebebiyet verecektir. Allah(cc) onlarda o müzakereyi gördüğü zaman arzu ettikleri, mübaşeret ettikleri şeyi yaratır, verir. Onları mesrur eder. Ahiret saadetini elde etmemiz, dünyada huzurlu yaşamamız, cenneti duyup duygulanmamız, terakki etmemiz ve kemal mertebelerine doğru miraç yapmamızı da ibadet-i taate bağlamıştır. Namaz kılacaksın, evrad-ı ezkar yapacaksın, gece ve gündüzünü ihya edeceksin, hukukullahı gözeteceksin, kanun ve kurallara saygılı olacaksın, emirlere riayet, haramlardan da içtinab ederek, sonra cennet nümun bir hayat yaşayacaksın. Muhabbete mazhar olmayı istiyorsan, Allah'ın(cc) muhabbet rızası işte bu nümun insanlaradır. Bir ayet-i kerimede şöyle ferman eder; ''Ey Resulüm! De ki eğer Allah'ı seviyorsanız Bana tabi olun .'' Al-i İmran Suresi(31) Allah'ı(cc) sevmenin, Allah'a(cc) sevilmenin yolu Resulullah'a(sav) tabi olma ve O'nu(sav) sevmekten geçiyor. İşte iki cihan saadetinin ve Rabbın rızasını kazanabilmek Resulullah'ı(sav) tanıyıp, O'nun(sav) getirdiği yüce Kur'an'a ve sünnet-i Resulullah'a uymakla gerçekleşecektir, şüphe yoktur. Resul-ü Zişan bir hadislerinde ''Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim'' buyuruyor. Yüce Allah(cc) Kur'an-ı Kerim'de ''Sen şüphesiz ki en büyük ahlak üzeresin,'' Kalem Suresi(4) buyuruyor.
            Rabbimiz güzel ve kötü ahlakın neler olduğunu bildirmiştir. Değerli-değersiz şeyleri, Hak ve batılı, faydalıyı-zararlıyı bildirip, günahlara sebep herşeyi açıkça ilan etmiştir. Efendimiz'de(sav) Kur'an-ı Kerim'i canlı olarak temsil etmiştir. Yani Kur'an'ın emirlerine riayet, yasaklarından da uzak olarak, hakkı tutup batıldan fersah fersah uzak durmuş ve Mevla'nın rızası doğrultusunda bir hayat yaşayarak İslamlık, insanlık örneği sunmuştur. Biz ümmetine düşen, kendimizi o modele uydurmaya çalışmaktır. Rabbül Alemin'e karşı edep, teslimiyet, rabıta, saygı, itaat, kulluk, zikir, şükür, sabır, sehavet, merhamet, af ve müsamaha , hizmet, sadakat, tevazu, ismet, dürüstlük gibi pekçok güzel vasıflar cem olmuş ve herbir güzel vasıf O'nda(sav) doruk noktasına ulaşmıştır. Aşk-ı ilahi, haşyetullah, muhabbetullah, ihlas O'nun(sav) özünü teşkil eden vasıflardır ve kulluğun güzel ahlak olduğunu, güzel ahlakın da neler ve nasıl uygulanacağını bir taraftan Rabbinden gelen mesajları tebliğ ederek, diğer taraftan yaşayarak  nasihatlerle, uyarılarla, nurlu beyanlarla bildirmiş ve yapılması gereken rehberliği en güzeli ile yapmıştır. Kula düşen ittibadır. Sallallahü aleyhi vessellem.
            Marifetullahtan hisseyab olanın bu bilginin ışığı altında geçmesi gereken menziller ki,  marifetullahtan nasibini almış bir mümin önce iradesini güçlendirmelidir. İrade; isteme, dileme, arzu ve talep etme, isteklerinin gerçekleşip ortaya konması yeteneği veya iki şeyden birini tercih etme manalarına gelir. Hayatını kalb ve ruh seviyesinde ubudiyet içinde yaşayanlarca nefsin isteklerini aşma, hevayı terkle bedeni arzularına başkaldırma ve nefse muhalefette ısrarlı olmadır. Hakkın rızasını kendi arzu ve isteklerine tercih etmek her yerde, her durumda O'nda(cc) ve O'nun(cc) muradında fani olma şeklinde anlaşılmış ve tarif edilmiştir ki, bu hususun gerçekleşmesi için nefsi, Hakkın rızası doğrultusunda amel işlemeye icbar ettirmede denebilir. Her uzvun ve duygunun bir yaratılış gayesi vardır. İşte iradenin de yaratılış gayesi olduğu pek tabidir ki, insana verilen nimetlerin başında gelir. İnsan iradesi ile biiznillah aşılmaz gibi görünen pek çok şeylerin üstesinden gelir. Yine pek çok zararlı, tehlikeli şeylerin tehlikesinden korunur. Her ne kadar insanın iradesi cüz-i ise de insan o cüz-i iradesini yönlendirmekle ve gücü yettiği kadar kulluk vazifesini yerine getirmekle yükümlüdür ki, burada o cüz-i iradenin rolü çok büyüktür. kul cüz-i iradesini Rabbül Alemin'in bildirdiği üzere kullanacak, Mevla da külli iradesi ile kulunu destekleyecektir. Evet, irade; nefis ve şeytandan gelen her türlü hile ve desiselere karşı bir siper olup, vahiyden düşünceye intikal eden şeyleri vicdanın destek ve beslemesi ile hayata mal etsin ve yaşanır hale getirsin diye yaratılmıştır. O bu vazifeyi ifa ederken, en büyük hasmı şeytan ve nefis, iradenin karşısına pekçok mania ve geçid vermeyen derin dereler çıkarırlar. Hasımlarına karşı böyle bir durumda ciddi mücadele vermek, iradenin işi ve varlık sebebidir. Düşünce, vahy-i ilahiyeye açık değilse vicdan sönmüş, irade de felç olmuş ise, işte şeytan o zaman rolünü rahatlıkla oynayacağı mükemmel bir sahne bulmuş olur. Onun içindir ki, midesinin hakkını unutmayan insan, iradesinin de hakkını vermelidir. Bedeni besleyen besinler hava, su, güneş, ve çeşitli gıdalar ki hayatın devamı için nasıl elzem ise, maneviyatın devamı için iradeyi besleyen vahyin yeri de o nispette elzemdir. Salik iradesinin kuvveti nispetinde batıldan uzak olup, Hakta karar kılar. Mürid, kendi güç ve kuvvetinden teberri etmiş olup, zerreden sistemlere kadar herşeyi kabza-ı tasarrufunda tutan Kudret-i Sonsuz'un iradesine ram olandır. Mürid ,Rabbinin rıza ve hoşnutluğunu talep edip, bu arzu ve taleple bir yola giren talip demektir ki, iradesini vahyin ışığı ile besleyip, en güzel şekilde iradesinin hakkını verme cehd-ü gayreti ile iş ve davranışlarında hep O'nu(cc) ister ve diler. Hak yolunun yolcuları için de bu bir ilk konaktır. Namütenahiye açılan hemen herkes ilk defa bu limana uğrar. Sonra da hedefe doğru yol almaya başlar. Bu yol alış şahsın ciddiyeti, saffeti, ihlası, muhabbeti nispetinde ve Hakkın tevfiki ve salikin irade gücüne göredir. Kimileri bu mesafeyi yerde yürüme suratiyle, kimileri peyk, füze ve ışık hızıyla, kimileri de her türlü kemmiyet ölçüleri üstünde kat ederki, nebide miraç, velide arşiye, dervişte seyr-ü süluk hakkın tevfiki ile desteklenmiş, irade, mürid ve murada en parlak birer misaldir. Evet Hak yolcusu yolun başında mürid, Hakka münasebetlerin ayrılmaz bir yanı haline geldiğinde de muraddır. Murad cisimden kalbe, bedenden ruha, düşünceden vicdana geçen cüz-i iradesini küll-i mutlak iradeyle irtibatlandırıp, kendinde hiçbir varlık görmeyendir ki, enede ölüp hüvede dirilendir denebilir. Müridde mebdede sadakat, vefa, azim esastır. Müntehada ciddiyet, temkin ve edeb şarttır. Mebdede kusur eden takılır, yollarda kalır. Müntehada kusur edenler ise itab görür ve hırpalanırlar. Mükellefiyetleri yerine getirmede hassasiyet ve sürekli Hakka yalvarıp yakarma, iradeyi besleyen önemli kaynaklardan biridir. Bunun ötesinde Hak inayetinin insanın gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili ve tutan eli haline gelmesi ise onun nafilelerdeki titizliğine bağlıdır. Velhasıl murad sevilen , itibar edilen gözde kul demektir. Fenafillah zirvelerinde seyahat eden müntehidir. Şu bir gerçektir ki, mürid olmadan murad olunmayacağı gibi, nebde olmadan da münteha olunamaz. Yani yolun başına tevessül etmeden, yolun sonuna vasıl olunamaz ve esas iradenin kavgası verilmeden iradenin hakkı gözetilmeden de hakkın iradesine ram olunamaz. Evet mürid arayıcı, talip, murad aradığını bulmuş seyyahtır. Mürid nefsiyle, şeytanla harp halinde, engelleri aşmaya çalışan bir Hak yolcusu, murad bu vadileri aşmış Hakla buluşmuş, Hakka gönül vermiş, zikri-fikri artmış, adeta aşk şarabını içmiş, gayrıdan geçmiş bir Hak aşığıdır. O sıfat-ı ilahi ve esma-i hüsnaların tecellilerine makes(ayna) olmuş, artık onun nazarına ilişen herşey, hayaline dolaşan her hatıra, kulağına yansıyan her nağme, madde ve manaya ait cümle mahluku Rabbinin eseri, sanatı ve o yüce kudretin şahitleri olarak değerlendirip, adeta herşeyde Hu zamirini görüp, duyup, duygulanmıştır. Hu'dan başka birşey görmemiş, tanımamıştır. Evet zerreden hücrelere kadar herşey adeta Hu der. Yani herşey hal diliyle adeta' biz Halik-i Teala'nın mahluklarıyız, O'nun mevcudiyetinin ayineleriyiz, O'nun esmasının tecellileriyiz. Biz yokuz veya yok olmaya mahkumuz. O Halik-i Baki'dir', mesajlarını duyar, hisseder de her mahluku, Halık'ın birer eseri olduğunun idrakiyle eserde müessiri, sanatta  sanatkarı, nakışta nakkaşı bulur, bilir, sürekli Allah(cc) der, Hak der, Halik der, Münim der, Hay der, Hu der, 'la ilahe illallah' der. Bu deyiş, bu sezişler her iman sahibi avamın veya ibtidai salikin deyişine sezişine benzemez. Müntehideki salik bu ve daha pekçok esmaları zikrederken, lisanından ziyade  gönül alemiyle, ruh dünyası ile kalb saffeti ile içten içe, yana yana öyle bir ruh haleti içerisinde zikreder, tefekkür eder, duygulanır ki, bu halleri anlatmak imkansızdır. Ancak yaşamakla bilinir. Evet sadırlardaki hisleri, duyguları, halet-i ruhaniyeyi satırlarda anlatmak imkansızdır. Ne varki manadan maddeye tezahür eden yanları ile anlamaya çalışıyoruz bir nebzecikte olsa. İşte Hakkın muradı, Hakkın gözde kulu sevmiş, sevilmiş, mutmainne, radiyye, mardiyye, safiye, kamile makamları ile buluşmuş bahtiyar kul. Önce sadık mürid olmuş, iradesinin hakkını vermiş, nefsiyle bir zaman harp hali yaşamış, yılmamış, gaflete düşmemiş, arılar misali önce petek yapma zorluğuna, zahmetine katlanmış, sonra binbir çileye katlanarak peteğini balla doldurmuş. Evet o bal, marifetullah balı ki ,her derde şifa olacak manevi gıda deposudur. Böylece Rabbin sevgisine , övgüsüne hak kazanmış, iradesini vahyin nuruyla ve gücüyle güçlendirmiş ve o hale gelmiş ki, sanki bir damla mesabesinde olan cüz-i iradesini, Yüce Mevla'nın sınırsız deryalar misali küll-i iradesine bırakarak, eneden geçmiş, her muvaffakiyeti, her güzel işi ve ameli Mevla'dan bilip, asla nefsine pay çıkarmamış. Fakat her yanılgıyı, her kötülüğü nefsinden bilerek hep nefsini suçlamış. ''Hayırlar Bizden, şerler nefislerinizden'' ayet-i kerimesini kendine mihrap etmiş, saygılı, itaatli, sıfatullaha ve sıfat-ı Resulullah'a sıfatlanıp, edeb-i Muhammedi'yle edeplenmiş dost kul. Onun nazarında toprakla, altın birdir ve der,
Hoştur bana Senden gelen
Ya bir hulle, ya da kefen
Ya gonca gül, yada diken
Narında hoş, nurunda hoş
Celalinden gelse cefa
Cemalinden gelse sefa
Cümleside cana sefa
Narında hoş nurunda hoş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder