11 Ocak 2012 Çarşamba

MUTLULUĞA GİDEN YOL

İlâhi Şefkât ve Nankörlük
Cenâb-ı Hak'tan daha âdil, daha şefkâtli kim olabilir ki? Kâfir, mümin, hayvan, insan ayırmadan ister inanmasın, ister itaat etmesin herkesin her ihtiyacına cevap veren, merhameti sonsuz Yüce Allah'tır(cc). Yavru dünyaya gelmeden anne karnında iken, hayatının devamı için en mükemmel şekilde rızıklandırması, dünyaya gelir gelmez anne şefkâtiyle beraber, kanın içinden âb-ı hayat olan sütün takdim edilmesi, hayatı boyunca rızkının verilmesi karşısında,nankörce davranmak ne acı bir durum...

Hayatın devamını rızka bağlayan Allah(cc), dünyayı bir sofra-i nimet haline getirip, en güzelini insanların sofrasına ayırmış. Sebzenin en güzel yerini insana, kabuklarını hayvana; eti, sütü insana, kemiklerini, pisliğini dört ayaklılara ve yerde sürünenlere bırakmış. Arıyı bal, koyunu, ineği süt fabrikası haline getiren ve ağaçların odunlarının eliyle üzüm, şeftali, kiraz gibi rızıklarla bizi besleyen Cenab-ı Hakkın bunca rahmet, şefkat, ihsânını görmezden gelmek, o Kerim olan Rabbine karşı nankörce tavır sergilemek, isyan etmek insanın kendi kendine zûlmüdür ki, sonu binbir pişmanlıktır.

Kur'an gibi rehber, Resulullah(sav) gibi bir örnek varken, nefis ve şeytanı memnun edecek, Allah(cc) ve Resulullah'ı(sav) mahzun bırakacak yolu tercih etmesi anlaşılır gibi değildir. Rahman, Rahim, Kerim Rabbine karşı başkaldırması affedilir birşey değildir.

Aklı başında bir mümin yeryüzünde Allah'ın(cc) halifesi, Hakkın temsilcisi, emniyet ve güvenin bekçisidir. Ona bakıldığı zaman Allah(cc), Resulullah(sav), ahiret, hesap ve mizan hatırlanmalıdır. Fâni ve zâil şu dünyada hayatını kontrol altına almayı, engellere takılıp kalmamayı, dalga ve deryalarda boğulmamayı, davranışlarını Hâkimler Hâkimi Allah'a(cc) hesap vermeye göre tanzim etmeyi en büyük vazife telâkki etmelidir.

İbadetlerinde şuur, oturup kalkmasında vakâr ve ciddiyet, büyüklerine hürmet, küçüklere şefkât, toplumdaki yeriyle ıslahçı, her haliyle en güzel örnek, numûne insan olup; tahripten, gurur ve kibirden, kalp kırıp gönül yıkmaktan yılandan, akrepten kaçar gibi kaçmalıdır.

O, yedi veren gül gibi; yazda, kışta, baharda yani; musibet, keder ve elem anlarında, rahat ve huzurlu günlerinde hep meyve vermeli, muhabbeti, tebessümü, hilmi ve vakârıyla hep müspeti temsil etmeli, şefkât ve merhametiyle herkese kucak açarak, topluma yararlı hale gelmelidir.

Mümin etrafındakilere mutluluklar sunuyorsa, o zaman mutludur. Ben mutlu olayım, kim ne olursa olsun görüşünde olan, asla mutlu olamaz. Mutlu olmanın alâmeti, etrafa huzur, mutluluk dağıtmaktır. Kişi iç dünyasında mutlu olabildiği kadar, etrafa o mutluluk tecelli eder. O kişiyle görüşen, konuşan kimse gönülden gelen o mutluluktan hisseyâb olacaktır.

Mutluluğun yolu, şartları, vesileleri pekçok olsa da kısaca denebilir ki, sağlam îman, nefsi tanıyıp nefsle cihad ve nefis terbiyesi, tezkiyesi sonucu, nefsin kötü vasıflarını en azından asgâriye indirebilme ve Cenâb-ı Hakka iyi bir kul olabilme cehd-i gayretiyle cemâli sıfatlara mazhâriyet kazanma, tövbe, sürekli dua, zikirde derinleşme ve kazaya rızâ hâli, Allah'ın(cc) verdiğine kanaât etme, râzı olma gibi güzel ahlâkla ahlâklanma sonucudur ki, kişinin mutluluğu ziyâdeleşir ve etrafına huzur, mutluluk dağıtır. Onu gören, onunla sohbet eden derdi varsa unutur, gönlü huzurla dolar.

Aynı zamanda huzurlu olmanın bir yolu da, olaylara acı da olsa hikmetle bakmayı gerekli kılar ki, âyet ve hadislerde bu hususu beyan eden pekçok haberler vardır. Bir ayette ''Sizin şer gibi gördüğünüz sizin için hayırlıdır, Allah bilir siz bilemezsiniz,''buyurulur ki, hâdiseleri bu açıdan değerlendiren bir Hak eri acılar, sancılar çekse de gönlü mutlu olacaktır. Çünkü o bütün samimiyetiyle inanmıştır ki Cenâb-ı Hakkın abes, boş işi olmaz. Her takdirinde pekçok hikmetler vardır. Bana düşen teslimiyet, tevekkül, sabır ve duadır görüşüne sahip olan kişinin gönlü, Rabbiyle beraberdir ve dolayısıyla huzurludur. Tevekkülü, hüsn-ü zannı, teslimiyeti ölçüsünde Yüce Allah(cc) gönül dünyasına huzur bahşedecektir ve bast hali yaşatacaktır. Dolayısıyla karşılaştığı her imtihanı yüz akıyla verebilme bahtiyarlığına nâil olacaktır.

Kendisine merhametli olmayan başkasına hiç merhametli olamaz. Kur'an, ''Kendi ellerinizle kendinizi ateşe atmayın,'' buyuruyor. Allah'a(cc) isyan içinde geleceğini tehlikeye atan kimse, başkasına nasıl merhametli olur. Kasıtlı olmasa da, bilinçsizce, belki iyilik yapıyorum zannıyla diğerlerini tehlikelere sürükleyebilecektir. Yine Kur'an böylelerinden bahsederek; dünyada dost olanlar, şerde yardımlaşanlar yani günah peşinde huzur, mutluluk arayanların âkıbetinden bahsederek ,'Keşke falanı dost edinmeseydim' diyeceklerini ve birbirlerini suçlayacaklarını haber veriyor. Bir âyet-i kerimede 'salihlerle beraber olun' buyuruyor Cenâb-ı Mevlâ. Demek ki, mutluluğun ve huzurun bir yolu da, salihlerle beraber olmaktan geçiyor.

Mevlâna'dan
Mutlu olmak istiyorsak öncelikle nefis engelini aşmaya gayret edeceğiz. Güle ulaşabilmek için, onun dikenlerini görmezden geleceğiz. Şayet dikenlere takılır kalırsak, güle asla ulaşamayız. Hem gül çok nazlıdır. Hemen açmaz. Önce ne kadar sevildiğini, ne kadar değer verildiğini ölçmek, uğruna nelerin fedâ edilebileceğini görmek ister. Görse ki; dikeni mâşuğunun yüreğine battığı halde, âşığa vuslât adına kanaya kanaya yola devam etmeye çalışıyor, işte o zaman dayanamaz. Saçıverir râyihasını âşığın gönlüne. Böylece samimi, Hakka gönül vermiş, tek arzusu Cenâb-ı Hak olan, her zorluğu Hak adına göğsünde eriten, 'Senden gelen hoştur bana, nârın da hoş lütfun da hoş' diyebilecek ruh haletine nâil bir kul, hakiki huzura, mutluluğa ulaşmış demektir.

Güle kavuşmanın yolu dikene katlanmaktan geçiyorsa, dikene kızmak şöyle dursun, onu bir nîmet bilmelidir. Rızâ-i ilâhiyeye ulaşmanın yolu çeşitli imtihanlardan geçiyor. Herbir imtihanı dikene benzetecek olursak, güle ulaşmanın yolu da dikenden geçtiğine göre, ona gereken saygı gösterilir, hikmet nazarıyla bakılırsa ve kazandıracağı ecirler, hayırlar göz önüne alınırsa, mutluluğu, huzuru yakalamış oluruz. Ve sabır da kolaylaşır. Cennetin kıymetini, değerini bilen, ona müştâk olan kimse, oraya girmeye engel olacak şeylere kıymet vermediği gibi, oraya girmeye vesile olacak şeylerin de kıymetini bilir, değerlendirir. Böyle bir ruh halinde olan kul da mutlu olur, huzurlu olur.

Cenâb-ı Hak kendisiyle dost olmamızı istiyor. Allah'a(cc) güzel bir kul olmak için nefis ve iblis engellerini bertaraf edip, İslâm'ın edebiyle edeplenmek her mümin için zarûridir. İnsan kelimesinin kökü üns ve nisyandan gelmektedir. Üns beraberlik, nisyan unutmak demektir. Demek ki insan iki şeye dikkat edecek, birincisi ünsiyete, kimlerle beraber olduğuna, kimleri örnek aldığına çok dikkat edecek. Çünkü insan örneğe göre şekillenir. İkincisi unutmamaya dikkat edecek. İnsan unutan bir varlıktır. En çok da Allah'ı(cc) unutur. Cenâb-ı Hakkı unuttuğu zaman da ahireti unutur, ilâhi mahkemede hesap vereceğini unutur. Sonra da nefsi, hevası doğrultusunda bir hayat yaşar. Velhasıl insan nisyana düşmemek için ünsiyet ettiği kimseye dikkat etmelidir.

Cenâb-ı Hak buyurur; ''Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.''Hûd Sûresi(112) Burada Allah Resûlü'nün(sav) şahsında ümmetine bir hitap, bir îkaz vardır. O nedir? Kur'an ve sünnet muhtevâsı içinde ol. Doğru yolda olmanın yolu Resulullah'ı(sav) sevmek ve sünnetine ittibâdan geçer.

Resulullah'ı(sav) sevmek sözle olmaz. O'nu(sav) hiçbir zaman unutmamakla, hayatımızın her anında O'nu(sav) yanıbaşımızda hissetmekle olur. Seviyorum demek, ispat ister. Resulullah(sav) ve diğer peygamberler Allah'ı(cc) sevdiler, bu uğurda pekçok cefâya göğüs gerdiler. Çile çemberinden geçtiler, cefâyı sefâ bildiler. Hiçbir şartta istikâmetten ayrılmadılar. Allah(cc) 'Sen doğru yol üzeresin' buyurarak Efendimiz'in(sav) müstakîm üzere olduğunu bildirdi. 'Habibim' ünvanıyla taltif etti. Efendimiz(sav) de Cenâb-ı Hakka olan muhabbetini ibadeti taatıyla, davranışlarıyla ortaya koydu. Seven sevdiğinin sevdiklerini sever. Sevdiği uğrunda her güçlüğü seve seve göğüsler. Bizler de sevgimizi bu şartlarla mîzan edelim. Kuru kuruya seviyorum demek hiçbirşey ifade etmez.

Güzel bir akarsuya, denize ulaşması için yön tayin edilmediğinde, onun varacağı yer bataklıktır. Bunun gibi, insana verilen istidatlara müspet yön tayin edilmediğinde de, o istidatlar menfiye akar. Cahiliye devrinde durum böyleydi. Allah'ın(cc) insana verdiği istidatlar menfi yönde kullanılıyordu. İslam bu istidatları Allah'ın(cc) arzu ettiği şekilde yönlendirdi. Neticede o katı kalpli kimseler yerini, bütün insanlığın huzuru için çalışan dergah gönüllü insanlara bıraktı.

Efendimiz'in(sav) ümmetine olan muhabbeti, bir anne ve babanın muhabbetinden kat be kat daha fazladır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kulunun değişen şartlar altında O'na sarılmasını, itiraz etmemesini istiyor. Ve âyet-i celilede buyuruyor; ''Ey Resûlüm! İman edenlere söyle, Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.'' Cenâb-ı Hakkın fermanı  açık. Allah(cc) tarafından sevilmenin ve affolunmanın yolunun Resulullah'ı(sav) sevmekten ve O'na tâbi olmaktan geçtiğini ilân ediyor olması ne kadar mânidardır. Cenâb-ı Hak, Resûlünü seviyor, Resûlullah da ümmetini seviyor. Ümmetin de O'nu sevip, sünnetine tâbi olması şarttır, elzemdir. Kurtuluş ve ebedi huzur ancak bu yolla bulunur.

Îman, teslimiyet, kazaya rıza, ibadet-i taatte samimiyet ve devamlılık, vahyin nuruyla kalp ve kafanın nurlanması, sünnet-i seniyyeye ittiba ve nefis tezkiyesi Ahlâkullah'la ve ahlâk-ı Resûlullah'la ahlâklanmak iki âlemde huzurun ve mutluluğun reçetesidir, denebilir.

Tek gaye Allah'a(cc) ulaşmak olursa, engeller çok da olsa azimle, gayretle, ciddiyetle o engelleri aşmaya gayret eder. Böyle gayretli, azimli, samimi kula da hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak yardım edip, maksada ulaşmasını sağlar.

Her genç bir sanat ve meslek sahibi olmak ister. Yalnız istemek bir fayda vermez. Şartlara uygun çalışmak gerekir. Her genç üniversiteye girmek ister, fakat üniversiteye girebilmenin şartları malûm. Çalışmak hazırlanmak gerekir. Veya bir meslek sahibi olmak için sadece üniversiteye girmek değil, ardından çok çalışmak gereklidir ki, istediği ufka ulaşabilsin.

İnsanlar cennete girmeyi arzu ederler. Ve yine cehennemden uzak olmayı temenni ederler. Böylesi temenniler de ciddi çalışma ve gayret ister. Cennete girebilmenin yolları Kur'an'da Rabbimiz tarafından beyân edilmiştir. Cehennemden uzak olmanın yolları da yine Kur'an'da beyân edilmiştir. Bu hususta tahsil şart-ı elzemdir.

Hakka kurbiyetin yollarından bir tanesi de zikrullahtır. İnsan cüz-i iradesiyle zikrederken, diğer cümle varlık külli iradeyle zikreder, tespih eder. Kur'an'da bu husus tespih olarak geçer ki, zikir demektir. Âyette, 'Semada ve arzda ne varsa Allah'ı tespih ederler,' buyurulmaktadır. İnsanlardaki hisler külli iradedir. Bu his ve algıları müspet veya menfi yolda kullanmada cüz-i irade rol alır.
Kul emir dairesinde hareketle kazançlar hayırlar elde ederken, yasak dairede hareketle de kayıplar ve günahlar elde eder. Haram ve helâk sınırlarını Cenab-ı Hak Kur'an'da belirlemiş ve beyân etmiştir. Bazen insan hayır işlerken, bu hayrın içine yasak karıştırarak hayırların ecrinden mahrum olma durumuna düşebilir. Örneğin; büyük hayırlar yapar, malından bol bol infâk eder. Fakat ya riyâ, veya ucb, senâ edilme arzusu kalbini istila eder. Böyle bir durum bir meyvenin içine giren kurt misalidir. Kurdun meyveyi içten içe yiyip, elmanın çürümesine ve değerini kaybetmesine sebep olması gibi, ihlâsı zedeleyen kötü vasıflar da o güzelim ameli değersiz, faydasız duruma düşürür ki, bu hakikâti bildiren pek çok ayet ve hadisler mevcuttur. Efendimiz'in(sav), ''Sizin için en çok korktuğum şey, şirk-i sağirdir'' buyurması, riyânın; salih gibi görünen ve Hak rızasını içeren güzel amelleri faydasız hale getireceğindendir şüphesiz. Felâketin boyutunu göz önünde bulundurmak elzemdir. Bir taraftan kazançlar sağla, diğer taraftan kaybet. Bir kaba en değerli mücevherleri doldur, diğer taraftan o kabı del de, o delikten aksın gitsin. Sonu eli boş kalmak ki, bu kayıp kayıpların en büyüklerindendir.

Maksada ulaşmanın yollarından biri de zikrullah demiştik. Zikir Allah'ı(cc) anma, hatırlama, yadetme manalarını içerir. Allah'ı(cc) hatırlatan herşey, zikre kapı açmıştır. Hâli, kâli, fiili olmak üzere, insan, zikri bilecek fıtratta yaratılmıştır. Fıtrat denilen yetenekler, istidatlar külli iradenin tecellisidir ki, burada kulun hiçbir dahli yoktur. Peşinen verilen bu istidatları kullanma hususunda Cenâb-ı Hak kulunu serbest bırakmıştır. Burada cüz-i irade devreye girmektedir. Kişi bu iradesini ya müspet yolda, ya da menfi yolda kullanabilir. Ya imanı seçer, ya da küfrü. Benzeri muamelâtında da irâdesini kendi tercihi üzere kullanır. Zikir hususunda da durum aynıdır. Kul kulluğunun şuurunda olup, Rabbini çeşitli yollarla zikreder. Zikr-i ilâhi ile kalbin yumuşaması sonucu, amel-i salih işlemeye hazır hale gelir ki, bu hususta da zikrin yeri büyüktür. Cenâb-ı Hak müminlerden bahsederken, 'Onlar ki otururken, yanları üzere yatarken, ayakta iken Allah'ı zikrederler,' buyuruyor. Cenâb-ı Hak bu ayeti kerimesinde kullarına, her hallerinde Allah'ı(cc) zikretmelerini işaret buyuruyor. İnsan üç hal üzere hayatını idâme eder ki; ya ayakta, ya oturur şekilde veyahut yatarak. Bu üç hâlin dışına çıkamaz.

Kul Allah'ı(cc) hatırlarken, zikrederken günah işleyemez. Allah(cc) unutulduğu zaman günah işlenir. O nedenle zikrin pek çok hayır kazandırdığı şüphesizdir. Genel olarak zikir insana pek çok ecirler kazandırırken, bir taraftan da kalplerin yumuşamasına sebep olur. Dolayısıyla kalbî hastalıkların tedâvisinde, nefsin kötü vasıflarının izâlesinde bilhassa kalbî zikrin büyük önemi vardır. Ve aynı zamanda günah işlemeye engeldir. Efendimiz(sav) 'Kul Allah'ı zikrederken günah işlemez, Allah unutulduğunda günah işlenir,' buyurmuştur. Bir yönü ile muhabbetin tezâhürüdür, denebilir. Zira kişi sevdiğini zikreder, yâdeder. Ve dolayısıyla muhabbetullaha açılan bir yoldur zikir. Yüce Mevla 'Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim,' buyuruyor.

Takva; menhiyattan uzak olmak, amel-i salih ise; emr-i ilâhiyeye riâyettir. Dolayısıyla takvanın içinde de amel-i salih mevcuttur. Bu hususu alimlerimiz, menfi ibadet ve müspet ibadet olarak ikiye ayırmışlardır. İki alanda değerlendirmişlerdir. Takva yaşanmakla menfi yollu ibadet edilmiş olur ki, menfilikleri terk etmek müspet ibadetten önce geliyor. Takvasız salih ameli yaşamanın imkânsız olacağına dâir beyanda bulunmuşlardır. Takvasız, salih amel dediğimiz, ihlâslı amel yaşamak muhaldir. İhlâssız amelin de değeri olmadığına göre, kişi imandan sonra takva dairesinde olmaya gayret etme yollarını öğrenmeli ve icraata koyma cehdi ciddiyetinde olmalıdır ki, amel-i salihler işlemede muvaffak olsun. Biri olmadan diğerinden semere beklemek muhaldir.

Takva ve ihlas; amelin, kulluğun özü, adeta ruhu gibidir. Takvasıyla kabı tertemiz hale getirecek, o temiz kabı ihlasıyla adeta cennet kevserlerini andıran amellerle dolduracak ki, ind-i ilâhide kabule kârin olsun.

İnsanı en çok mutlu eden hususların başında sanırım, Allah'ın(cc) inâyetiyle takva dairesinde olmak, her bir günahtan nefretkerane uzaklaşma hisleriyle donanmış bir ruh haleti içinde olmak gelir ki, böylesi bir gönül âlemine sahip kişi herbir menfilikten uzak olur, dolayısıyla da mutlu olur denebilir. Yine salih amel işleyen bir kul da, böyle bir ameli işlemeyi nasip eden, ihsan eden Rabbül Âlemin'e şükreder ve mutlu olur böylece.

Mutluluk hisleri külli iradeye ait; fakat, bu mutluluğun tezâhürüne sebep, kişinin muamelâtıdır. İnsan cüz-i irâdesiyle yaptığı muamelâtların sonucu mutlu veya mutsuz olur. Hatta öyle olur ki, Allah'a(cc) isyan eder, günah işler, bu menfi davranışlarıyla mutlu olur zavallı. Hayırlı işler yapmak nefsine zor gelir, mutsuz olabilir. Demek ki mutluluğu ve mutsuzluğu yaratan Allah'ın(cc) külli iradesinin birer tecellisi; bunları yaşama ve algılama ise, kişinin muamelâtı, tercihleri sonucu hisler. Cenâb-ı Mevlâ hakiki mutluluğun sırlarına erdirsin ve yaşamayı nasip etsin inşallah.

Mutluluğa engel olan ve kişiyi huzursuz eden sebeplerden birisi de, kişinin nefsini genelde temize çıkarması, hatayı hep başkalarından bilmesi, başkalarını suçlamasıdır. İnsanda öfke, gayz, kin gibi menfi hisler zaman zaman huzursuzluklara, mutsuzluklara sebep olmaktadır. Bu hususta hadiseleri, vahyin ışığında ve sünnet-i Resulullah'ın penceresinden değerlendirecek olursak, huzursuzluğa sebep olan öfke, gayz, vs hali asgariye inecek ve böylece bu hale kısmen set çekilmiş olunacaktır. Öfkesini yenenler, insanların suçunu bağışlayanlar da cennetliktir. ''Allah iyilik edenleri sever.'' Âl-i İmran Sûresi(134)

Bu gibi haberlere can-ı gönülden iman eden bir mümin, sıkıcı, gam, kasvet verici olaylar karşısında mutluluğu, sürûru bulabilecektir. O suçlu, ben suçsuzum, böylesi haksızlığı hak etmedim gibi tavırlarla günah çemberinde sıkışıp kalma ve huzursuz olma yerine, hem pek çok günahlardan korunmuş, hem Cenâb-ı Hakkın rıza ve cennet vaadine, hem sevdiği kullarından olma lütfûna mazhar olmuş ve hem de huzuru, mutluluğu zedelenmemiş olacaktır. Demek oluyor ki, insanın mutlu ve mutsuz olmasında kişinin ilmi, imanı ve iradesinin rolü büyük.

Bir Hak dostu yolda giderken, kendini bilmez biri o mübarek insana aşağılayıcı sözler sarfediyor. O Hak dostu hiç cevap vermeden dinliyor. Ve sonunda ellerini ulu dergâha açıyor, şöyle münacatta bulunuyor, 'Yarabbi! Eğer bu kulunun hakaretlerini hak etmişsem beni affeyle, yok eğer hak etmemişsem bence meçhul olan  sebeplerden dolayı haksız yere böyle davranış sergileyişinden dolayı o kulunu affeyle,' der.

Görüldüğü gibi bu görüşte olan bir kul, hak etmediği halde kendisine yapılan böyle bir hakaret karşısında ne huzursuz oluyor, ne de günaha sebep olacak bir davranış sergiliyor. Üstelik İslam'ın, insanlığın vakarını korumuş olup, Hak katında da değeri artıyor. Bu hususta Kur'an da uyarılar, örnekler beyan edilmektedir. Örneğin, Âdem(as)'ın cennetten çıkarılmasına, yasaklanan meyveyi yemesi sebep oluyor. Âdem(as) hatasını anlıyor ve Cenâb-ı Hakka münâcat ediyor, hiçbir mâzeret beyan etmiyor. Şeytanın hile ve tuzağını mâzeret olarak öne çıkarmıyor, suçu nefsine izâfe ederek, 'Biz nefsimize zulmettik,' diyerek suçunu itiraf ediyor.

Hz.Yunus'un(as) ise yine benzeri bir görüş davranış sergilemesi ki, O(as) da balığın karnına düştüğü zaman hata yaptığının idrâkiyle bir taraftan Cenâb-ı Mevlâ'yı tekleyip, yüceltirken; bir taraftan da 'Ben zâlimlerden oldum,' diyerek nefsini levm ediyor ve O(as) da hiçbir mazeret öne sürmüyor. Halbuki kavmi O'nu dinlemedi, onlarla uzun süre mücadele etti vs. Onları bırakıp başka bir kavme gitme, onlara tebliğde bulunma gibi pek çok geçerli sebep olmasına rağmen, hiç kimseyi ve hiçbir olayı mâzeret göstermeden doğrudan kendisinin suçlu olduğunu ve kendi kendine zulmettiğini itiraf etmesi de biz müminlere büyük dersler vermektedir, diyebiliriz.

Hz.Yusuf(as) bilindiği üzere Züleyha'nın talebine karşı iffetini korumuş ve bu durum karşısında nefsini temize çıkarmayıp, şu beyanda bulunmuştur; 'Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder, ben nefsimi tezkiye etmem, beni Rabbim korudu.'

Âyet-i kerimede 'Nefsinizi tezkiye etmeyin,' fermân-ı ilâhisi de bu gerçeği beyan etmektedir. Genelde insanlar sıkıntıya neden olan olaylar karşısında, hep nefsini temize çıkararak, 'falan yüzünden oldu, filan sebep oldu' gibi suçu hep başkalarına atarlar, kendilerini masum göstermeye çalışır ve öyle kabul ederler. Böylesi bir görüş zincirleme kaza gibi pek çok hataya sebep olur. Kabahâti başkasına yükleyen kişi, aynı zamanda o kişiye öfke, garaz, kin duyguları besler. Dolayısıyla o kişinin aleyhinde gıybet, suizan, iftira gibi çok yönlü günaha girer. Kul haklarına neden olur. Bu sebeple o kimse, bunların ruh haletine yaptığı zararı fark etmese de, huzursuz olmanın önüne geçemez.

Görüldüğü üzere peygamberler, her hangi bir olumsuz olay karşısında başkalarından önce nefislerini suçlamış ve herhangi bir mâzeret beyânında bulunmamışlar. Efendimiz(sav) de gördüğü onca haksızlık ve zulüm karşısında dahi, onlar namına özür beyanında bulunarak 'Kavmim bilmiyor, onlara mühlet tanı, hidayet eyle' diyerek; suçlama, intikam alma şöyle dursun, onlar adına özür beyanında bulunması da ümmeti için en güzel örneklerdendir. İnsanın damarında kanını donduracak kadar  acı olan Taif Hadisesi  karşısında dahi, 'Ya Rab! Sen beni terk etmedinse, onların beni linç etmelerine aldırmam, yeter ki beni Sen terk etme . Belki ben görevimi yapamadım,' gibi mülâhazaları ise, insanın kendisi için bir savcı, diğer insanlar için bir avukat durumunda olması gerektiğini vurguluyor.
Demek oluyor ki, insan böylesi güzel görüşlere sahip olsa, hadiseyi baştan halletmiş, öfke, gazab, kin ve daha bir çok kötülüklere kapıları kapatmış olur. Dolayısıyla da huzurlu, mutlu olur. Çünkü iyi düşünen iyiliklerle karşılaşır, Rabbine yönelir, derdini O'na açar. O'ndan mağfiret talep eder. Biiznillah Cenâb-ı Hakkın mağfiretine, merhametine nailiyat ile kalbi huzur, sükûn ve mutluluğa nâil olur.

Beyazıd-ı Bestami, bir gün talebeleriyle camiye giderken, birileri içi kül dolu mangalı pencereden aşağı boşaltır. Olduğu gibi Beyazıd'ın başına tesadüf eder. İçerisinde ateş bulunan külden dolayı hem üstübaşı, saçı sakalı kül içinde kalır, hem de içindeki korlardan kısmen yanıklar oluşur. Bu durumda Beyazıt içinden gele gele 'Elhamdülillah!' der. Talebeler 'Üstadımız! Bunun nesine elhamdülillah diyorsunuz?' derler. Beyazıd cevaben, 'Evlatlarım, bu ateşe lâyık başı Rabbim sıcak kül ile savuşturdu, nasıl elhamdülillah demeyeyim?' der.

Demek ki, insanlar hadiseleri değerlendirmelerine göre huzurlu ve huzursuz oluyorlar. Yine Beyazıd-ı Bestami'nin şöyle dediği rivayet edilir, 'Cenâb-ı Mevlâ bana şefaat izni verse, öncelikle bana düşmanlık eden ve büyük günah işleyenlere şefaat ederim.' Bu görüşe sahip olan bu kul, insanlara nefsi adına kızmıyor, kırılmıyor, gazaplanmıyor. Onların kurtulmaları adına çareler arıyor, o kanaldan gelecek huzursuzluklara baştan kapıları kapatıyor.

'Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen de hayatından zevk alır,' demiş büyükler.

Özet olarak deriz ki, huzur Allah'a(cc) hakiki kul olma yolunda cehd-i gayretle çalışmak, azimli, sebatkâr olmakla bulunur. İnsanın bedeni yorulsa, sıkıntı çekse de gönlü huzurlu olacaktır. Huzur İslam'da, İslami prensipleri hayat düsturu yaparak, istikamet üzere bir yaşam sergilemekte. Yine huzur, vahiyle inşa olmak, sünnet-i seniyyeyle bezenmek, Ahlâkullah ve ahlâk-ı Resulullah'la ahlâklanmadadır. Ve hayata geliş sırrına erebilmektedir. Takva dairesinde yaşamaktadır. İhlasta, tevekkülde, teslimiyettedir, kanaattedir, kadere rıza halidir. Şükürdür, zikirdir, Cenâb-ı Hak hakkında hüsn-ü zandır.

Efendimiz(sav) şöyle buyurur, ''Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor, 'Ben abdimin (kulumun) zannı indindeyim. Bana istediği gibi zan etsin. Şüphe yok ki, muti(itaatli), muhip(muhabbetli) olan kullarım hüsn-ü zandan; asi ve mücrim(cürüm, günah işleyen) ise havf-ı haşyetten (korku ve endişeden) vâreste olamazlar.'' Hadiste beyan edildiğine göre, teslimiyetli, itaatli, imani yakîne nâil olan bir kulun Allah(cc) hakkında daima hüsn-ü zanda bulunacağına işaretle, asi, cürümkar kişilerin de haşyet, havf ve dolayısıyla mutsuz, huzursuz olacakları bildirilmektedir.Diğer bir hadiste ise 'Kulun Allah indinde hüsn-ü zannının fevkinde bir ameli yoktur,' buyurulmaktadır.

Cenâb-ı Hakkın hükmünü, takdirini, emir ve yasaklarını, icraatını hikmet gözüyle görüp, güzel ve hüsn-ü zanla değerlendirmek; acı olaylar karşısında dahi, 'şüphesiz bunda bir hikmet var,' deyip, belki kendi hata ve günahlarının sebep olabileceğini düşünerek, tövbe ve istiğfara yönelmek, peygamberlerin yaptığı gibi ve yine nefse ağır gelen olaylar karşısında asla kaderi taşlarcasına 'şansım, kaderim yok' gibi mülahazalardan uzak olup, 'bir imtihan veya günahıma bir kefaret veya Rabbim derecemi artıracaktır' gibi güzel düşüncelerle, huzursuzluğa yol açan olayları huzuru bulmaya, hayra yönlendirmeye gayretli olmalıdır ki, hem dünyada huzurlu, mutlu olsun, hem ahiret yurdunda mutluluğa nâil olan salihin zümresine dahil olma gibi bir şerefe erişsin.

Netice

Kul Rabbiyle beraberliği nispetinde huzurludur, muhabbeti ölçüsünde mutludur. O kişi acılar içinde kıvransa da, Zekeriya(as) gibi testere ile biçilse de, İbrahim(as) gibi ateşlere atılsa da, Efendimiz(sav) gibi çile çemberinden geçirilse de, mutluluğundan, huzurundan hiçbir şey kaybetmez. Mutluluk, huzur gönle ait bir vasıftır. Bir gönülde muhabbet-i ilâhi varsa, huzur da beraberindedir. Bir de huzur ve mutluluğun yolu, varlığını, Allah'ın(cc) kullarıyla paylaşmaktan geçiyor. Mümin, maddi manevi nesi varsa fisebilillah etmesi durumunda huzurlu olur.Huzur halini verecek, o hissi yaratacak olan Cenâb-ı Hak'tır. Bu davranış Allah(cc) katında çok muteber olduğu içindir ki, Mevlâ kalbde bir huzur, mutluluk yaratacaktır.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakkın sevdiği, değer verdiği her bir davranış huzura açılan bir yoldur.

Şunu iyi anlamalıyız ki; acı, tasa, ızdırap veren hadiseler karşısında hiç tasalanmamak, acı hissetmemek değildir anlatılmak istenen. Şüphesiz insan acıdan da, tatlıdan da hislenir, etkilenir. Fakat böylesi olaylara iman, tevekkül, teslimiyet ve hikmet gözüyle bakılırsa, insan zahiren acı, tasa çekse de kalben, ruhen mutluluğu, huzuru yakalayabilir. Çünkü perde arkası hayırları mülâhaza eder.  Güzel görüş, düşünüş huzurlu olmasına yardımcı olur. İmanlı bir şahsın da işlediği her bir günah, isyana, huzursuzluğa sebep olur. Her ne kadar o günahı işlerken kendini huzurlu, mutlu zannetse de, sonunu, azab-ı ilâhiyeyi, mahrumiyeti düşününce  mutluluğu, huzuru sıfırlanır. Bu durumda mümin hatasını idrak ederek, Rabb-i Rahimine rücû eder, tövbe istiğfarla özür beyan ederek, o rahmet deryasında huzurunu tekrar yakalar biiznillah.







































































  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder