16 Ocak 2012 Pazartesi

AKLIMIZI NEREDE VE NASIL KULLANACAĞIZ?

                                                             
Akıl, Cenâb-ı Hakkın bahşetmiş olduğu nîmetlerin başında gelir. Akıl olmazsa îman olmaz. Cenâb-ı Mevlâ akl-ı selim olanlara hitap ediyor. Kur'an'a muhatap olmanın şartı akıllı olmaktır. Cenâb-ı Hak Hz.Âdem'i(as) üç şeyde muhayyer bırakıyor; akıl, îman, hayâ. Hz.Âdem(as) aklı seçiyor. İman, akıl neredeyse ben oradayım, diyor. Hayâ da, îman neredeyse ben oradayım, diyor. Böylece akıl, îman, hayâ birleşiyor. Bu üç nîmete nâiliyat, Cenâb-ı Hakkın kuluna ihsân ettiği nimet-i ilâhilerin başında gelir. Sorumluluğu da o nispette büyüktür.

Önemli olan bu nîmetleri nerede ve nasıl kullanacağını bilmektir. Şeytan aklını Allah'ın(cc) karşısında kullandı. Aklı sıra kendi görüşünün doğru olduğunu savundu. Cenâb-ı Hakkın emrine muhalefet etti. Aklını Yüce Allah'ın(cc) karşısında kullanarak, edepsizce bir tavır sergiledi. Bazı rivayetlere göre şeytan 750 sene îman ediyor, dolayısıyla ibâdet ediyor. Hem de hırslı bir şekilde ki, haris yani hırslı lakabıyla meşhur oluyor.

Bir tarafta, o zaman dilimindeki yaratıkların hocası konumunda bilgisi de var. Fakat kendisine verilenleri ve hayırlı muvaffakiyetlerini nefsinden biliyor. Aklıyla her şeyi, her sırrı çözeceğine inanıyor. Ve ''Hz.Âdem'e(as) secde emri aklıma yatmadı,'' diyor. İmtihanı kaybediyor. Kişi aklına güvenir ve nerede, nasıl kullanacağını bilmezse, mazallah şeytan misali o, akıl batmasına sebep olur.

Akıl, çok büyük bir nîmet. Fakat akıl nakille terbiye edilmez, yönlendirilmezse, sahibini Firavun, Nemrud misali insül şeytan yapar. Bu emir, bu iş, bu yasak aklıma yatmadı diyen ve bunlardaki hikmetleri idrâk edemeyince şeytan misâli Hakka muhalefet eden kişiyi, o akıl imandan da, hayâdan da mahrum eder. Ebu Cehiller, Ebu Lehebler gibi. Onlar da akıllı insanlardı. Fakat her şeyi akılları ölçüsünde değerlendiriyorlardı. İşlerine gelmeyen haberler, emir ve yasaklar karşısında akıllarına ters düştüğünü ve akıl erdiremediklerini savunuyorlardı. Örneğin, Miraç hadisesinde Efendimiz(sav) olayı anlatınca, akıllarıyla olayları değerlendirmeye kalkışan müşrikler adeta inkârlarına inkâr katarcasına îtiraz ettiler. Bu nasıl olur, böyle bir şeye aklımız ermez, dediler. Ve Hz.Ebû Bekir Efendimiz'i(ra) kendi görüşlerine çekmeye çalıştılar. ''Şu senin dostun neler diyor bak!'' diyerek, hâşa ''Bu bir Mecnun, artık ondan vazgeç, sen akıllı adamsın,'' dediler. Hz.Ebû Bekir(ra) ise, hiç tereddüt etmeden, nasıl, niçin demeden ''O söylediyse doğrudur,'' dedi. Ve bu tasdikinden dolayı sıdk ünvânına mazhâr oldu.

Evet; akıl, vahye muhattab olacak ölçüde bir nîmet-i ilâhidir. Fakat her şey akılla anlaşılır, her tılsım da akılla çözülür denemez.

Mühim olan, aklın kavrayamadığı durumlarda şek ve şüpheye düşmeden, Hakka itaat etmek, kabul etmek, teslim olmak ve gereğince amel etmektir.

Hz.Musa(as) ile Hz.Hızır(as) arasında geçen kıssada Hz.Musa(as) ulül-azm peygamber olmasına rağmen, Hz.Hızır'ın(as) bazı yaptıklarına itirâz ediyor olması da gösteriyor ki, gaybî denilen pekçok hususlar vardır ki, bunlar akılla çözülemez.

Aklı bir su menbaına benzetecek olursak, o su uygun şekilde yönlendirilirse, pekçok faydalar sağlanır. Bu demek değildir ki, her tarafa ulaşır, ulaşmadığı bir yer kalmaz. Veyahut o su yönlendirilmez, kendi haline bırakılırsa,  faydadan çok zarara sebep olabilir. Bataklıklara akar, zararlı nebâtat ve haşerâta gıda olur. Onların büyüyüp çoğalmasına vesile olur. Bunun gibi aklı en güzel şekilde kullanabilmek için, vahyin ziyâsıyla yolunu aydınlatıp, yönlendirmek insan üzerine farzdır. Yoksa vebâlinin büyük olacağını Yaradan Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'inde haber vermektedir.

 Kur'an-ı Azimüşşan'da bir âyet-i kerimede 'o gün mal ve evlâdın fayda vermeyeceği, ancak kalb-i selimle gelenlerin kurtuluşa ereceğine' işareten Cenâb-ı Mevlâ şöyle buyurur; Hz.İbrahim(as) dedi ki, ''Kulların diriltilecekleri günde, mal ve oğulların fayda vermediği, ancak selim bir kalble Allah'ın huzuruna gelenlerin fayda göreceği o günde, beni mahçup etme.'' Bu ayette geçen 'selim kalp' ifadesi; küfürden, şirkten, günahlara yönelmekten uzak kalan, Allah'ın(cc) hak olduğuna, kıyâmetin vukû bulacağına, öldükten sonra dirilmeye ve Cenâb-ı Hakkın huzuruna çıkacağına, hayatının hesabını vereceğine, cennet ve cehennemin hak olduğuna inanan ve her türlü manevi hastalıklardan kurtulmuş, kötü ahlâktan arınmış, güzel ahlâkla bezenmiş ve bid'atten kaçıp, sünnetle mutmain olmuş kalp olarak tanımlanmıştır.

Bu hususta da akıl başrol oynamaktadır ve akl-ı selim kişinin, kalb-i selime ulaşması en önemli görevidir. Onun için de, gereken bilgiye sahip olması ve dîni eğitim alması farzdır. Âyet-i kerimede ''erkek ve kadının dinine ait bilgi edinmesinin farz olduğu'' bildirilmektedir. Akıl vahiyle terbiye olursa, sahibinin selâmet ve huzuruna sebep olur. Akıl vahiyden mahrumsa şuna benzer; kişinin gözü var ve gözünde hiçbir ârıza yok, fakat ışık da yok. O gözün yararlı olması için ışık şart. Yoksa o göz sahibine yarar sağlamadığı gibi, belki de zararlara sebep olur. İşte; akıl baştaki göz misâli ise, vahiy de güneş ve diğer aydınlatıcı ışıklar misâlidir. Kur'an'da Cenâb-ı Hak buyuruyor; 'sizi karanlıklardan aydınlığa çıkardık,' manasına. Demek oluyor ki, îmansızlık ve dolayısıyla ilm-i ilâhiden mahrumiyet, insanın zulümatta kalmasına sebep olurken, Allah'ın(cc) nûru Kur'an-ı Kerim âdeta gece karanlığını yarıp, dünyamızı aydınlatan güneş gibi, akla ışık tutarak yolunu aydınlatacaktır. O ışık, o nûr sayesinde hak, bâtıl açıkça görülüp, bilinecektir. Böylece akıl yolunu bulacak, seçimini yapacaktır. Ne yazık ki böylesi bir nûra gözünü kapatan, vahyin nidâsına kulağını tıkayan zavallılar olduğu gibi, gördüğü, duyduğu, idrâk ettiği halde gözünü kapatanlar, gaflet perdesi altında kalıp, aklın hakkına idrâk etmeyenler de âhirette mâzeret beyân edemeyecekler, etseler de geçersiz olacaktır. Çünkü Yüce Yaratıcı mâzeret beyân etmememiz için, nûr-u ilâhi Kur'an-ı Azimüşşan'ı göndermiştir. Kur'an'da insanları îkaz mâhiyetinde pek çok ayette ''akletmez misiniz, tefekkür etmez misiniz?'' buyurulmaktadır.

Akıl derece derecedir. Her insanın akıl seviyesi aynı değildir. Her insan aklı ölçüsünde sorumludur. Efendimiz(sav) dualarında ''Allahım! Aklımı, îmanımı, iffetimi koru,'' diye dua ederlerdi. Bu üç nîmet birbiriyle orantılıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur'an'ı akl-ı selîm insanlara göndermiştir ki, aklında hastalık olmayan kimseleri muhatap almaktadır. Onun için îman, akla muhtaçtır. Fakat akıl var, îman yoksa; o akıl, insana dünya hayatında  kısmen faydalı olsa da, sonu hüsrân, ebedi mahrumiyet ve kahr-ı ilâhiye müstehak olmaktır. Diyelim aklı var, îmanı var, fakat hayâsı yok ise, bu durum da felâketin eşiğidir. Îman tehlikededir. Hayâsı olmayan, her günahı rahatça işleyebilir. Irz, nâmus konusunda iffetsizce davranabildiği gibi, hak, hukuk konusunda, vs pek çok günahı irtikap etmekten, pervâsızca davranışlar sergilemekten çekinmez. Mazallah böylesi bir iffetsizlik de imânını kaybetmeye sebep olabilir. Onun içindir ki, Efendimiz(sav) böyle dua etmiş ve ümmetine rehber olmuştur.

Her bir günah, her bir isyan hakka muhalefet ve iffetsizliğin nişanıdır. Hele hele bilerek isyan etmek ve isyanda ısrar etmek bir iffetsizliktir. Rabbine, Resulullah'a(sav), dinine, Kur'an'a karşı saygısız olanların, insanlara karşı saygılı olacağı muhal olduğu gibi, böyle kimselerin iffetli olması da mümkün değildir.

Cenâb-ı Mevlâ'nın bahşetmiş olduğu bunca nîmet karşısında şükretmeyip, nankörce davranış sergileyen ve Mevlâ'nın bildirdiği istikâmette değil de, nefs-i emmarenin ve şeytanın isteği yolunda haramlarda kullanan ve bu durumdan hiç rahatsız olmayıp hatta davranışlarıyla övünen, iyi yaptığını zanneden zavallı, iffetsiz değil de nedir? Rabbine karşı iffetsiz insan, ana-babasına ve diğer insanlara karşı da nankör ve saygısızdır. Velhâsıl îman ve aklın yeri ne kadar büyük ve mühimse, iffetin yeri de o derece büyük ve mühimdir.

Bu hususta Kur'an'da bildirilen örneklerden biri Karun'un durumudur. Bir zaman vahiyle nurlanan akıl sayesinde Cenâb-ı Hak ona hem ilim, hem de dünya nimetleri nasip etti.  Fakat zamanla Karun'un kalbi dünyevi ihtiraslarla doldu. Güzel ve nezih hasletlerini kaybetti. Gurura, kibre kapıldı ve şımardı. Sonra Hz.Harun'un(as) Hz.Musa'ya(as) yardımcı verilmesini bir türlü hazmedemeyip, aklınca bir sebep beyân etti. Ve, 'Ben Harun'dan üstünüm, bu haksızlığa nasıl dayanırım?' dedi. Hz.Musa(as) cevaben, 'Bu makamı Harun'a ben değil, Cenâb-ı Hak verdi,' buyurdu. Fakat Karun bir türlü kabul etmedi. Aklı doğrultusunda inat etti. Hz.Musa(as) Allah'ın(cc) emri mucibince, onun zekâtını hesap edip, vermesini talep edince Karun, 'şimdi malıma mı göz diktin, bu parayı ben kazandım,' dedi. Bunun üzerine Hz.Musa(as) şöyle dedi; Allah'ın sana verdiğinden O'nun yolunda harca, Allah'ın sana iyilik ettiği gibi sen de (insanlara) iyilikte bulun, yeryüzünde bozgunculuğu arzulama, şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.'' Karun ise 'o(servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi,' dedi. Âdeta Karun'un aklı, sahibini unutunca zulmette kaldı, hakka muhalefet eder duruma düştü. Kibir, ucb, gurur, hased derekelerine yuvarlandı. Öyle ki, peygamberine iftira etme iffetsizliğine kadar gitti. Cenâb-ı Hak buyurur; 'Nihayet biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avânesi olmadığı gibi, o kendisini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildir.' Kasas Sûresi(81)

Akıl bir rahmet-i ilâhi iken, şımarır, Hak'tan uzaklaşır, vahiyle rabıtasını keser, ben ben derse, mazallah bu akıl, kahr-ı ilâhiyeye müstehak olur. Sahibinin alayı illiyyinden, esfeli safiline düşmesine sebep olur.

Görülen o ki akıl vesilesiyle biiznillah, alayı illiyyinlere çıkmak varken, yine akıl vesilesiyle esfeli safilinlere düşme de söz konusu. Bu da meselenin bir yönü. Akıl en kıymetli ihsan-ı ilâhi olduğuna göre, kıymeti bilinmeyip gerektiği şekilde değerlendirilmez, çarçur edilirse, vebâli büyük olacaktır. Şüphesiz her nîmet kendine has şükrü gerektirdiği gibi, akıl da kendine has şükrü gerektirecektir elbette.

Akıllı insan hem dünyasında, hem ukbasında huzurlu olmanın yollarını araştırır. Başta peygamberler olmak üzere, onların yolunu izleyen Hak dostları  huzuru yakalama yolunda cehd-ü gayret etmişler, biiznillah aklın, îmanın, vahyin, sünnetullahın nuruyla hem huzura nail olmuş, hem etraflarına huzur yaymışlar.

İki cihan saadetinin rehberleridirler. İstenilen o ki, acılar, çileler karşısında dahi kalben huzurlu olabilme, olaylara hikmet nazarı ile bakabilme, nârın da hoş nûrun da hoş diyebilme. İşte akıllı kimselerin hâli.

Esası aklı yerinde olan kişinin, o aklı yaratan ve kendisine ihsan eden Rabbiyle dost olabilme yollarını araştırıp, o yolda yürüme cehd ve gayreti içersinde olmasıdır. Bu hususta Cenâb-ı Mevla şöyle buyuruyor, 'Bilesiniz ki Allah dostlarına korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.' Yunus Sûresi(62)

Ayette beyân olunan bu müjde, her akıl sahibi kula açık bir mesajdır.

Allah(cc) bir başka ayette ise şöyle buyurur, 'Bunlar iman ederler ve kalpleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak, Allah'ın zikri ile itminana erer ve huzur bulur'. Rad Sûresi(28)

Bunlar ve benzeri pek çok ayet-i kerimeler mutluluğun ve iki âlemde de huzura kavuşmanın yollarını beyân etmiştir. Şu var ki, Cenâb-ı Mevla insanları kendi ihtiyarları ile başbaşa bırakmıştır. Yani cüz-i irâde dediğimiz irade ki, kul bu hususta serbest bırakılmıştır. İstediği şekilde yaşayıp, her bir âza ve cevâhiri gibi aklını da kullanma hususunda tercih hakkı tanınmış ve serbest bırakılmıştır. Çünkü imtihan böylesi bir durumu gerektirmektedir. Cenâb-ı Hak ayet-i kerimesinde aklını yanlış yolda kullananlar hakkında şöyle buyuruyor; 'Ey Resûlüm! Nefsinin arzularını kendisine mâbud edineni(gafil) kimseyi gördün mü? Şimdi sen mi ona vekil olacaksın?' Furkan Sûresi(43)

Diğer bir ayette ise;
'Ey Resûlüm! Hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?' Casiye Sûresi(23) buyurarak, aklını vahyin nûrundan, Resulullahın sünnetinden mahrum eden zavallının durumunu beyân etmektedir.

Hz.Ömer(ra) der ki, 'Cahiliye devrinde yaptığım yanlışlardan iki şey var ki, birisini hatırlayınca âdeta içim yanıyor, gözyaşlarıma hâkim olamıyor, ağlıyorum ve kendimi asla affedemiyorum. O ki, kız çocuğumu toprağa gömmek için ona mezar kazıyordum, o ise koşup oynuyordu. Ve, babacım sakalın toz oldu diyerek, toprakları silkeliyordu. Nihayet kazdığım çukura yatırınca durumu anladı ve şöyle dedi, benim suçum kız olmam mı? İşte bu sahneyi hatırladıkça kavruluyorum. Diğer hadise ise, bahar mevsiminde topluluklar halinde geziler düzenler, eğlenirdik ve özellikle böyle özel günlerde un helvası pişirirdik. Bu helvalardan önce putlar yapar, onlara tapardık. Sonra da o helvadan yapıp taptığımız putları da, bir güzel yerdik. İşte bu tabloyu hatırladıkça da gülerim' buyurur ki, aklın kullanımı hususunda örneklerden biridir. O zamanda Hz.Ömer'in(ra) aklı yok muydu veya aklında bir rahatsızlığı mı vardı. Cevap hayır, asla. Cenâb-ı Hak aklından rahatsız olarak yaratmamış. O günki aklı ve İslamla şereflendikten sonraki aklında, artma eksilme söz konusu değil. Aklı yönlendiren insanın kendisidir.

Görülen o ki, aklın da terbiyeye, bilinçlendirilmeye ihtiyacı var. Vahiyle terbiye olmayan akıl, Kur'an ifadesiyle (hevâ ve hevesini ilâh edinen) diyor, o akıl, hevâsını ilâh etmeye kadar götüreceğine işaret buyuruyor.

Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim'inde akıl konusunda şöyle buyurur, ''Ey akıl sahipleri! Benden korkun.'' Bakara Sûresi(197)

''Ancak akıl sahipleri düşünüp, ibret alır.'' Bakara Sûresi(269)
''Ancak akıl sahipleri anlar.'' Rad Sûresi(19)

Hak Tealâ Hazretleri akıl sahiplerine intibaha getirecek tecelli ve ibretli hadiselerden ders almalarını öğütler. Dünyanın aldanış, bir hüsran yurdu, hayatın ise kundak ile tabut arasında dar bir koridor olduğu gerçeğini bildirir. Ayrıca bu fani hayatın kullukla istikametlenmesini ve nasıl yaşanırsa yaşansın, dünyada son durağın kabir olacağını îkaz eder.

Akıl selâhiyeti Kur'an-ı Kerim'in muhtevası ile tahdid edilen ilâhi bir nimettir. Salahiyet ve iktidarı Kur'an-ı Kerim'le tahdid edilmemiş olan akıl ise, sahibini adeta akılsızca davranışlara, ahmaklığa sevkeder.

Tarih kendini akıllı zanneden, yani aklını doğru kullandığını zanneden, nefsini putlaştıran, dünyayı, zevk ve sefasını ahirete tercih eden, sorumsuzca yaşayan ahmak zalimlerle doludur. Akıl denen nimet-i ilahi vasıtasıyla insan alayı illiyyinede çıkar, yine aynı akıl sahibi esfeli safiline de düçar olabilir.

Kur'an-ı Kerim'deki bir ayet-i kerime bu gerçekten haber vermektedir. Vahyin nuru ile aydınlanıp, Kur'an-ı Kerim muhtevası ile istikamette olan, hakkın temsilcisi sahibine Hakka dost olma yolunda kılavuzluk eden akıldır ki, alayı illiyyinlere namzettir.

Esfeli safiline düşüren akıl ise vahye ihtiyaç duymayan, adeta benim aklım bana yeter diyen ve akıl nimetini nefsi arzuları doğrultusunda kullanarak Kur'an'ın beyanıyla nefsini putlaştıran, bu değerli sermayeyi çarçur eden, cezası ve mahrumiyetinin büyük olacağı Rabbimizce  haber verilen akıldır. Efendimiz(sav) buyurur; 'Akıllı kimse, nefsinin hevâ ve hevesine uymayan ve ölümden sonrası için hazırlık yapandır.'

Akıl, Allah'ın(cc) sadece insana lütfettiği bir nimettir. Herşeyi yerli yerince kullanmak ve hadiselerin varacağı noktayı önceden keşfetmek ancak onunla mümkün olabilir. Hadis-i kudside Hak Tealâ şöyle buyurur; 'Kulum öyle hale gelir ki, Ben onun tutan eli, gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı olurum.'

Mevlana'dan bir tavsiye
'Ey akıllı kişi! Sen yerde olanlara merhamet etki, gökte olanlar da sana merhamet etsin, hadisine kulak ver senden aşağı olana acı ki, senden üstün olan da sana acısın'.
'Dostundan bir cefa gördünse, onun bin tane vefası olduğunu hatırla. Çünkü iyilik, günaha karşı bir şefaatçi gibidir. Yani aklını kullan, kârını zararını iyi bil.'

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder