14 Mart 2012 Çarşamba

SAFFET, SAMİMİYET, TEVAZU

Tevâzu İslâmiyet'in özünde vardır. Tevâzunun zıddı benlik, kibir gibi vasıflardır ki, bunların izâlesi elzemdir. Çünkü İslâm bu gibi kötü vasıfları ortadan kaldırmıştır. Efendimiz(sav) bir hadislerinde buyurur; ''Ben kötü adetleri kaldırmak için gönderildim.'' Evet toplumlarda, fertlerde her bir kötü sıfat, amelin içine girmiş ve adeta tabiat halini almıştır. Onun içindir ki, Efendimiz'in(sav) beyanları içinde de 'kötü âdetler' tabiriyle beyân olunan pek çok mezmum sıfatın mevcudiyeti malûmdur. İslâm bütün kötü sıfatları ortadan kaldırmak için gelen bir sistemdir, denebilir.

Her insanın tabiatında ben yörüngeli zaaflar mevcuttur. Bunlar; usûlünce terbiye edilip, birer birer yerini faziletlere terk etmezlerse, insan manevi yönleri ile tahrip olmuş, kalbî marazlara müptela, manen hasta demektir. 

Şu bir gerçektir ki, içinde kibir ve gurur besleyen kimse herşey olabilir, her makama yükselebilir, fakat asla tebliğ adamı ve mürşit olamaz. O; değişikliğe uğramayan, muvaffakiyetlerle başı dönmeyen, bakışı bulanmayandır. Öyle ki; onun hasır üzerindeki hayatı, yine hasır üzerinde devam eder.

Bu hususta Resûl-ü Zişan(sav) rehberdir. O Yüceler Yücesi Resûl-ü Kibriya(sav) ki, ilk günlerinde nasıl bir tevâzu, mahviyet içerisinde idi ise; pek çok beldelere hâkimiyet kurup, Mekke fetih olunduğunda da yine aynı tevâzu içerisinde idi. O'nun(sav) ruh dünyasında en ufak bir değişiklik olmamıştı.

Samimi ve hâlis bir müminin en çarpıcı vasfı, onun tevâzu ve alçak gönüllülüğüdür. Onun hayatı gayet sadedir, gönlü gözü hep sadelikle doludur.

O Yüce Nebi'nin(sav) Mekke'ye bir fatih olarak girdiği günü sahabe anlatıyor; ''Bindiği hayvanın yelesine değecek kadar tevâzu içerisindeydi.'' Diyorlar ki; Yüce Nebi(sav), gün geçtikçe tevâzu ve mahviyette daha da derinleşmenin en güzel örneğidir.

Bir defasında susamıştı ve bir bardak su istemişti. Zemzem kuyusunun etrafında herkesin kullanması için bardaklar vardır. Orada herkes bu bardaklardan içer. Sahabenin en yakın bir evden temiz bir bardak getirmek için koştuğunu gören Efendimiz(sav) hemen durdurur ve herkesin su içtiği bardaktan içmek istediğini söyler. O(sav) hiçbir zaman insanlardan ayrıcalıklı olmak istememiştir ve şöyle buyurmuştur; ''Ben de insanlardan bir insanım, herkesin içtiği kaplardan içmeliyim.''

Zaten O(sav) hayatını hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerinde geçirmişti. Ukbaya hicretini de o hasır üzerinde yaptı. Üzerine yattığı hasırı kaldırdılar ve O'nu(sav) o hasırın altına gömdüler.

Bizler için cennetten daha mukaddes O'nun(sav) ravzası işte bu hasırın mekan tuttuğu yerden ibarettir. O'nun(sav) hayatında hiç zikzak yoktu. O(sav), tevâzu ve mahviyetle başlamış ve yine tevâzu ve mahviyetle sona erdirmiştir.

Hz.Ömer(ra) halife olduğunda, genişliği bugünkü Türkiye'nin 6-7 katı bir ülkeyi idare ediyordu. Buna rağmen O(ra) da, İslâm'a girdikten sonra başlattığı hayat ritmini asla değiştirmemişti. Halife olduğunda Medine'nin en fakiri olduğu gibi, vefat ederken de yine en fakiriydi. Üzerindeki elbisede rivayete göre 30'dan fazla yama vardı. O'nu(ra) arayanlar genellikle Baki Garkat'ta başını bir mezar taşına koymuş; öyle düşünüyor, ağlıyor bulurlardı. Krallara taç giydiren ve kralları tacından eden koca halifenin hiç değişmeyen hayat tarzı işte buydu. Bu onun aynı zamanda en tesirli tarafıydı. Buna hal dilinin gücü ve tesiri diyebiliriz.

Hadis ilminin büyük imamlarından Hatem'ül Esam yine kendisi gibi hadis ve tefsir ilmiyle uğraşan Muhammed b.Mukatıl'ın rahatsız olduğunu duymuştu. Bir dostuyla birlikte ziyaretine gitti. Ancak bu bir ev değil, adeta küçük bir saraydı. Hatem önce eve girip girmemekde tereddüt ettiyse de, arkadaşının ısrarıyla girdi. Fakat girdiğine pişman oldu. Çünkü evin içi, dışından da güzeldi. Göz kamaştıran bir yatak odası ve yatağa uzanmış hastanın başında bir hizmetçi onu yelpazeliyordu. Hatem bu manzara karşısında şaşırmış hayrete düşmüştü. Çünkü bu sıradan bir insan değil, büyük bir âlimdi. Geceleri mutlaka teheccüdle süslü, seccadesi gözyaşlarıyla ıslaktı. Ama lüks hayat yaşama mevzuunda irşada ihtiyacı vardı. Hatem'ül Esam bu vazifeyi yerine getirecek seviyede bir insandı. Söze şöyle başladı;
-Naklettiğiniz hadisler size hangi senetlerle ulaşıyor?
-Benim rivayet ettiğim ricalin hepsi de sigadır(sağlamdır). Benim şeyhim falan şahıs.
-Ya onun şeyhi kimdir?
-O da filan zattan.
-Ya o kimden?
-O da Hz.Ali'den.
-O kimden?
-O da Efendimiz'den(sav).
-Peki o kimden?
-Elbette o da Cibril'den.
-Ya o?
-O da hiç şüphesiz Rabbimizden, dedi.
-Demek ki hadisler size bu kadar sağlam senetlerle geliyor. Şimdi bana söyler misiniz? Size gelen bu hadisler arasında böyle bir köşkte yaşamanın faziletine dair hiçbir rivayet var mı?

O söyledikçe Muhammed b.Mukatıl renkten renge girdi. Hastalığı birden şiddetlendi. Yanındakiler 'sus artık, adamı öldüreceksin' dediler. Ama o daha sert bir dille, 'böyle davranmakla asıl siz onu öldürüyorsunuz,' karşılığını verdi.

Evet irşat ve tebliğ üzere yola çıkanların, insanların hatırı için onların benzeri eksik ve kusurlarına göz yumma yanlışları ki, bunların başında yukarıdaki misalde olduğu gibi dünya debdebesi ve israf gelir. Görmezden gelip bu hastalıkların tedavisine çalışmamak yanlıştır. Tebliğci mesul duruma düşer.

İrşat ve tebliğ insanının ise böyle bir lüks hayata özenmemesi, israftan kaçınması, tevâzu ve mahviyeti elden bırakmaması, zühd ehli olması elzemdir. Kendisi bu hal üzere yaşayacak ki, her konuda olduğu gibi bu konuda da tebliği etkili olsun.

Mahviyet ve tevâzu aslında büyüklük alâmetidir. Bu büyüklük; insanî, manevi büyüklük diyebileceğimiz bir büyüklüktür. Çünkü bir hadis-i şerifte Efendimiz(sav) buyurur, ''Tevâzu ehlini Allah yüceltir, kibir ehlini manen alçaltır.''

Herkesçe bilinen o ki, meyve yüklü dallar başını yere eğer, dolu başaklar da sanki secde halinde başları eğiktir. Boş bir dal veya başaksız gök ekinin başı dimdiktir. İşte tevâzu, olgunluk ve kemâlin nişanıdır. Kibirli ve enaniyetli olma da, boş olmanın alâmetidir.

Kibir aynı zamanda kâfir ve şeytan sıfatıdır ki, bu durumu Kur'an bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Bilindiği üzere şeytanın başına gelenler kibrinden olduğu gibi, yine Kur'an'ın ifadesiyle, müşriklerin İslâm'a girmeyişleri de yine kibirlerindendir. Bu hususta pekçok ayet-i kerime ve hadis-i şerif mevcuttur.
Hakiki mümin olma yolunda olan ve husûsen irşat ve tebliğ gibi ulvi bir vazifede yer alan insan şunu iyi bilmeli ki; bir insanı zahiren büyüten zenginlik, mal, mülk, makam, mansıptır ki, bunların elinden gitmesi ile fakirleşir ve bu tamamen bitip tükenmesi demektir.

Halbuki insanın esas değeri, kendi iç dünyasından ve kendi öz varlığından gelir. Böyle değerli bir insan zahiri geliş-gidişler, ele geliş ve elden kayboluşlarla şahsiyetini zedelemez. O hep kendi olarak kalır. Kendi olan bir şahsı arazi sebepler aşındıramaz. Hatta ölmesi ve insanlar arasından ayrılıp gitmesi de onu bitirmez. Yüzbinlerin gönlü ona ebedi bir otağ olur. O hep imanlı gönüllerde yaşar ve onun saf, temiz, memba suyu misâli mirasları gün geçtikçe değerlenir, ruhları besler. İsterse dünyada bir evi-barkı olmasın, hatta bir hasır üzerinde hayatını sürdürsün. Onun değer ölçüsü; saf, duru maneviyatı, tevâzu ve mahviyeti, Hakka yakınlığıdır ki, böyle tebliğciye günümüz insanının ne denli ihtiyacı olduğu malûmdur. Evet, günümüzde kal ehli çok fazla, fakat hal ehli pek az. Dokuz kepçe kal vermektense, bir kepçe hal vermek daha makbuldür.

Hülasa, tebliğ ve mübelliğler sade ve duru bir hayat yaşamalıdır. Ulaştıkları nokta ne olursa olsun onlar bu sadeliklerini korumalıdır. Her bir muvaffakiyeti Yüce Allah'tan(cc) bilip, asla nefse pay çıkarmamalıdır. Her bir olumsuzluğu da kendi nefsinden bilip, istiğfarla, tevâzu ve mahviyet içerisinde olmalıdır.

Bir de kılık kıyafet hususunda duyarlı olmalıdır. Dikkat çekici değil, hürmet, saygı çekici olmalıdır. Bilhassa hanımlar bu hususta çok dikkatli olmalıdırlar. Daima sade ve İslâmi ölçülere uygun giyinmelidirler. İslâmi ölçülere zıt düşen en ufak uygunsuz kıyafetten sakınmalıdırlar. Örneğin; günümüzün bir yarası olan pantolon gibi, vücudun hatlarını belli eden ince dar kıyafetler gibi, insanları cezbedecek renk renk eşarplar gibi, hele hele makyaj ki bu apaçık insanlara kendini beğendirme amacından başka birşey değildir. Bunun altında yatan kalbî marazlardır.

Kibir, riya, fahr, ucb gibi hastalıkların emaresidir. Hiçbir Müslüman'da olmaması gereken bu hastalıklar, bir tebliğ insanında asla olamaz ve olmamalıdır. Bu hastalıklar izâle olmadan tebliğe kalkışmanın yararı şurada dursun, İslâm'a zararı olur. İnsanların gönül dünyasını felç etmekten öteye geçmez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder